Hakkari'de dört mevsim

10 Mart 2014 Pazartesi

cudi dağı1984-86 yılları arası babamın görevi nedeniyle gittik Hakkari'ye. 8 yaşındaydım ve Türkiye sınırları içerisinde böyle bir yer varmış da haberim yokmuş benim. Çocukluğum zaten arkadaşsız, oyunsuz, yalnız yalnız geçerken bir de Hakkari çıkmıştı başımıza. Annem "en yakın arkadaşım" sürekli ağlıyordu tabi ben de onunla beraber. Bursa'da yaşıyorduk ama tüm akrabalarımız İstanbul'daydı. Şimdi bir de Hakkari-Yüksekova eklendi bunlara. Hadi bakalım yeni ama hiç hoşnut olunmayan bir macera. Eşyalarımızın yüklendiği kamyon bizden 15 gün önce çıktı yola. Babam da bizden önce gitmişti. Biz İstanbul'da yaz tatilini geçirip, yanımıza anneannemi de alarak çıktık yola. Van Gölü seyahatle 28 saatlik yolculuğumuz başladı böylece. O zamanlar otobüste sigara da içiliyordu ve dumanaltı bir otobüste , ağlayan çocuklar, askere giden gençlerle beraber yola koyulduk. En uzun otobüs yolculuğum 6 saat sürmüştü benim, 28 saat nasıl geçecekti ki? Gece uyumayıp ağlayan çocuklar, ayaklarını bottan çıkartıp ayaklara özgürlük tadında otobüsün içine yayılan 10 saatlik kokuşmuşluğun etrafa yaydığı ayak kokuları ve sigara dumanı altında uyumaya çalışan ben. Annem uyumuyordu, biliyorum. Uzun yolculuğumuz boyunca ben mola verilen yerlerde "aaaa Elazığ'ı da gördük", " aaaaa burası Sivas'mış ama içi değilmiş Gürün'müş" diye gördüğüm şehirleri saymaya başladım. Bu yaşta bir sürü şehir görmüş olcaktım ohh şimdiden 12 etti bile diye eğlenmeye başladım. Her molada tuvaletim geliyordu ve şu an bir insana burası tuvalet diye göstersen topuklayarak kaça

cakları sadece delikten ve etrafı 4 eğreti duvarla çevrilmiş olan yerlere ben girip tuvaletimi yapıyordum. Yemek yemek için girdiğimiz lokantalar bildiğin kamyoncu lokantaları olup, gece yarısı 2 kadın ve 1 çocuk için çok uygun olmasa da midemizi bozmadan kendimizi kurtarabileceğimiz şeyler yiyerek kalan saatlerimizi tamamlamak üzere otobüse bindik. Van'a nihayet ulaştığımızda maceramız henüz bitmemişti. Babam bizi karşıladı ve 4 saat daha gideceğimiz Hakkari otobüsündeki yerlerimizi aldık. Yüksekova'ya geldiğimizde hava kararmıştı. Ürkütücü bir yer gibiydi. Evimize geldik.



Apartmanda oturacaktık üstelik kaloriferlerimiz de vardı!!! (Bursa'da bahçeli bir evde oturuyorduk tuvalet, banyo ve mutfak hepsi dışarıdaydı, Yüksekova'ya gidene kadar hiç apartman dairesinde yaşamamıştım) Evi görünce bir mutlu olduk sanki.
En azından lojman vardı, buradaki herkes bizim gibiydi başka başka yerlerden buraya gelmişlerdi. Toprak evlerde yaşamayacaktık. Apartmandaydık.

Günler geçti ve biz evimize yerleştik. Beğenmediğimiz Yüksekova bizi şaşırtmaya devam ediyordu,evimizin karşısında lise bile vardı. Apartmanın karşısında İran'dan başlayıp buradan geçerek yoluna devam eden Zap suyu akıyordu. Hatta türküsü bile vardı "Zap suyu derin akar Oy Sinem Mi Sinem Mi".. diye başlardı. Üstünde minik bir köprü, ötesinde yeşil ağaçlı bir yol. Sabahları dere kenarında otlayan koyunlar...


Sat gölü varmış Hakkari'de dağların arasında kalmış küçük bir gölmüş. Dört mevsim yaşanırmış etrafında hem de aynı anda. Efsane gibi gelirdi, inanamazdım. Görmeyi çok istedim ama o dönemde yeni yeni başlayan terörün yuvalarından biriymiş o bölge. Yasaklıymış,izin yokmuş oraya gitmeye, tehlikeliymiş.




Okullar açıldı ve ben 2 katlı minik okulumdaki yerimi aldım. Kış burda erken geliyordu ve Ekim ayında düşen mevsimin ilk karı Nisan ayına kadar yerden kalkmayacaktı bunu ilerleyen günlerde öğrenecektim. Greyderler yolu açmasa benim gömüleceğim kadar yüksekti yağan karlar. Hava -20'lerde falandı ama hiç soğuk değildi. Halbuki dondurucu bir soğuk olmalıydı. Havası kuruymuş buranın, ondan soğuğu hissetmiyormuşuz.

Okulum...Öğretmenim Giresun'dan gelmişti. Adı Lütfiye'ydi. Ne tuhaf, sınıf arkadaşlarımın şiveli konuşması lazımdı ama ben hiç o şiveleri hatırlamıyorum şimdi. Hepsi akıcı bir Türkçe konuşuyordu sanki benim gibiydi Türkçeleri. Arkadaşlarımla hangi oyunları oynadık, en çok kiminle samimiydim, en çok kimi sevmiştim hatırlamıyorum. Çocukluğuma dair anılarım net değil benim. Hiçbir yerde anılarım kök salacak kadar uzun yaşamadım ben. İp atlamadım sokaklarda onun yerine evde beş taş oynadım annemle. Örgü örmeyi öğrendim çocukken, bebeklerime kazaklar ördüm üşümesinler Hakkari'de diye. Annem terziydi benim, beraber kıyafetler diktik giydirdik bebeklerimi rengarenk. O nedenle çocukluk arkadaşların kimlerdi diye sorsalar verecek cevabım yok benim. Bir annem var bir de kıyafet diktiğim bebeklerim. Hatta çocukluğum var mı acaba benim?

Okul diyordum. Asya, Bineyvş,Tekin abi, Sadi...Belediye reisinin kızı da bizim sınıftaydı. Sarışın, yeşil gözlü güzel ama soğukça bir kızdı. Buldan ailesindendi. Şimdi mecliste sıkça ismini duyuyoruz hani. "Kaç kardeşsiniz" diye sormuştu bir gün öğretmenim, "sayılamayacak kadar çok" demişti. Ben tek çocuktum, sayılamayacak kadar çok çocuk nasıl oluyordu ki? Meğer babasının 3 tane karısı varmış, 3 katlı bir apartmanları ve her katında bir karısı yaşarmış adamın. Haftanın belli günleri o evlerde sırayla kalırmış reis bey. Bu kızcağız da 27 kardeşmiş -ki muhtemelen sınıfta 27 kişi bile değildik biz.

Bineyvş tam bir kürt kızıydı.Bineyvş kürtçede menekşe demekmiş. Doğru düzgün Türkçe bilmezdi. Saçları taranmamış gibi 2 örgülü, ucunda toka yerine lastik bağlıydı. Kulağındaki deliklere ip geçirilmişti küpe yerine, bitlenirim korkusuyla çok yanaşamazdım yanına. Şimdiki aklım olsa evlerine giderdim, onu okula gönderen anne- babayı tanımak için.



Tekin abi...14 yaşında bir abi bizler 9 yaşındayız daha. Geç kaydetmişler nüfusa, ara da vermiş okul hayatına belki çalıştı o aralıkta kimbilir. 14 yaşında bir ergendi, 3. sınıftaydı ve gerçekten bir abiydi. Herkese iyi davranırdı, yanık yüzünde çiller vardı belli ki yazları hep dışarıda çalışmaktaydı.

Sadi'ye gelince.. Aşıktı bana. Düşününce garip geliyor şimdi, orada onun kendi halindeki hayatının içine İstanbul'dan (ya da Bursa'dan) gelmiş bir kız çocuğu sınıfına geliyor. Ordaki diğer kızlardan farklı, değişik biri. Beni kızdırmak en büyük keyifti Sadi için. Yıllar sonra öğrendim ki hoşlandığını belli edemeyen kişiler böyle tam aksi şekilde davranarak, karşısındakini kızdırarak duygularını belli etmemeye çalışırmış. O da böyle sakladı belki içindekileri, bir yerde de açık vermiş olmalı ki şimdi hatıralarımda bana aşık Sadi olarak kalması ondan. Baş parmağının yanında küçük bir parmak daha vardı, 6 parmak desem değil, 5 hiç değil. 5,5 parmaklıydı Sadi. O parmak çok ürkütürdü beni.

Asya.. Upuzun siyah saçlarını tek bir örgü yapardı tepeden. Kalçalarına kadar inerdi saçları. İsmi de ne güzeldi Asya.. Selvi boylum al yazmalımdaki gibi. Onunla da mektuplaştık bir süre. Benden sonra bir kardeşi daha olmuş beni çok sevdikleri için adımı vermişler ona da.Ben ordan taşınıp gittim ama ismimle yaşayan bir kız çocuğu hala orada, belki huyu da bana benziyordur kimbilir?

Okul çıkışlarında uçkun alırdık orada gördüğüm bir yiyecekti.
Pırasaya benzerdi ama tadı ekşimsi, buruk bi şeydi, meyve desen meyve değil, sebze desen hiç değil. Okul çıkışlarında alırdık çocuklarla ve ben her yediğimde eve gelip hastalanırdım, kusardım bütün yediğim uçkunları. Annem de kızardı "yine mi o uçkunlardan yedin sen" diye. Ama tadı güzeldi napiyim. Yıllar sonra merak edip araştırdığımda Doğu Anadolu'da yüksek yerlerde yetişen bir dağ bitkisi olduğunu ve birçok hastalığa iyi gelen şifalı bir yanı olduğunu öğrendim. Demek ki o nedenle bir daha o yiyeceği görememişim. Hakkari'ye özgüymüş o yediğim uçkunlar da, kusmalar da.

Ve Lütfiye öğretmenim... Benim tek çocuk olduğuma inanmayıp evimize kadar gelmişti. Tanıdığı tek çocuklardan farklıymışım, çok terbiyeli ve kendi halindeymişim. Oysa benim şımaracak kadar sosyal bir hayatım olmamıştı Lütfiye öğretmenim. Bunu büyüdüğümde anladım.Annemdi en yakın arkadaşım ve o bir yetişkindi. Çocukça şımarıklıkları öğrenemedim evde tek başına evcilik oynarken.

Öğretmenim diyordum evimize geldi ama ben nasıl şaşkın ve mutluyum. Ne önemli bir andı benim için. Öğretmenler sanatçı gibi birşeydi benim gözümde. Ders dışında onlarla vakit geçirilmezdi. Birbirimizi severdik ama hepsi ders içerisinde kalırdı sanki. Okulda işleri bitince kendi dünyalarına çekilen varlıklardı. Ama şimdi öğretmenim evimizdeydi. Yanımdaydı. Benim oturduğum koltukta oturuyordu. Ne konuştuk hatırlamıyorum. Sadece o akşam çok mutluydum onu biliyorum. Bir gün ben de gittim onun evine. Beni okul çıkışında kendi yaşadığı yere davet etti, o da öğretmenlerin lojmanında yaşıyordu. Şimdi de bir öğretmenimin evini, yaşantısını görecektim. Bu bir rüya olmalıydı evet evet. Beni merak etmesinler diye babama haber yolladık, tuttum elinden öğretmenimin gittim evine. Birlikte yemek yedik, muhtemelen yumurtaydı yediğimiz. Keşke nelerden konuştuğumuzu hatırlayabilsem şimdi. Ah be hafızam onca gereksiz şeyi saklarsın derinlerde bir yerde ama önemli ayrıntılara gelince duruveriyorsun pilleri zamansız biten saatler gibi. Yine de eminim ki çok güzel şeylerden bahsettik. Oradan ayrıldıktan sonra da mektuplaşmaya devam ettik yıllarca. Hatta düğün davetiyesini bile göndermişti, sonrasında ben mi hayırsızlık yaptım yoksa o evlenince adresi değişti de ondan mı ulaşamadım bilmem ama koptuk. Çok aradım, çok soruşturdum ama bulamadım. Kendisi de anılarımın içine gömülmüştü,sanki hiç var olmamış gibi.Elimden tutup evine götürmemiş gibi. Şu an ondan bahsettiğimi hiç tahmin eder mi?

Bir gün babamın dayısının oğlu geldi evimize, Çukurca'da askerdi (İran sınırında en kötü yerlerden birinde) birkaç gün bizde kalacaktı. Edip Akbayram kasetleri vardı yanında.Sürekli Edip Akbayram dinledik, hasretimizden yandı gönlümüz, İstanbul'u andık birlikte.

Babam avcılığa merak saldı orada :) Bir gece bir kaç arkadaşıyla birlikte dağlara doğru gittiler neymiş tilki avlayacaklarmış. Allahtan o zamanlar terör çok başlamamıştı yoksa bunlar avlanacaklardı tilki yerine. Neyse gece geç saatte geldiler ben uykudayken o nedenle av sonucunu bilmiyordum. Ertesi gün kapı çaldı bir memur elinde bir adet tilki postuyla kapımızda annem tabi şokta. Babam göndermiş balkona koysun annem diye. Annem "ayy ayy ben buna elleyemem siz geçin götürün balkona" dedi adama. Akşam babam eve gelince annem "deli misin sen nesin ya benim böyle şeylerden korktuğumu bilmiyor musun da yolluyosun tilkiyi eve" diye kükredi babama. Babam da "ne güzel işte sana kürk gönderdim beğendiremedim" diye dalga geçti. O zaman da tuhaftı bizimkiler şimdi de hala öyleler.

Bir gün de babamlar dereden balık avlamışlar. (Babam da amma maceraperest adammış!) Akşam geldi elinde balıklarla. Tabi Hakkari'desin balık büyük nimet aslında düşününce. Yerli halkın kasaptan inek butlarını alıp sırtlarında taşıyarak evlerine götürüp yanına yaptıkları bulgur pilavı ile beslendiklerini düşününce balık yiycektik işte daha ötesi var mıydı? İnek budu demişken aklıma geldi bir gün annemle çarşı içinde bir hal var vardı oraya sebze aramaya gittik. Sebze de yok tabi çok fazla bölgede. Annemin canı pırasa istemiş soruyor adamlara var mı diye. Adamın biri anneme "yenge napcan pırasayı yiycen mi? Biz burada onu hayvanlara veriyoruz arama bulamazsın" dedi. Adam bize hakaret mi etti iyilik mi bilemedik. Döndük kös kös evimize. Neyse balıklar diyordum. Aklı selim babacığım etrafındaki arkadaşların da gazına gelerek balığın içinden yumurtalarını çıkarmış havyar niyetine çok besleyici diyerek yedirdi bize. En çok da bana yedirdi. Neden? Çocuğum çünkü ve iyi beslenmem lazım. Bütün gece kustum artık içimde kusacak birşey kalmayana kadar kustum. Babamın besleyici havyarları! zehirlemişti beni. Daha ileri bir vaka olsam hastanede yok yakında o derece sakat aslında orada hastalanmak.

Sayılı zaman çabuk tükendi ve iki yıllık maceramız sona erdi. İstanbul'a taşınıyorduk. Bu kez ağlayarak ayrıldığım öğretmenimdi. Zaten bir yerde en fazla iki yıl kalmıştık orası da Hakkari olmuştu. Diğer okullarımın ve öğretmenlerimin anısı yer etmemişti zihnimde, sınıf arkadaşlarım da birer ayrık otuydu sanki orada olsalar da benden çok uzakta.


O günlerin üzerinden yaklaşık 28 sene geçti. Haberlerde ne zaman Hakkari deseler tanıdık bir şey görebilme ümidiyle tarar gözlerim ekranı belki aynı kalan bir şey vardır, belki ben orayı hatırlıyorumdur diye. Ne yazık ki çok değişmiş,yüksek binaların esareti altında kalmış Yüksekova.






Sadi.. Yıllar sonra facebookta buldu beni. Konuştuk o günlerden geriye kalanlardan. Onun hatıraları taptaze sanki ben geçen yıl ordaymışım gibi, benim zihnim bulanık, sislerin altında kalmış Hakkari. Evli ve çocukları var, karısı İranlıymış. Arada İstanbul'a geliyor görüşmek istiyor benimle ama yapamıyorum.Benim anılarımın üstünü İstanbul örttü Sadi diyemiyorum.Geçen gün bir fotoğrafıma yorum yapmış yine "gülüşün aynı çocukluğundaki gibi güzel" demiş. Ben hatırlamıyorum çocukluk gülümsemi, onunsa belleğinde hala canlı. Hayatımdaki hiçbir arkadaşım, sevgilim o günlerdeki gülümseyişimi bilmiyor. Sadece Sadi hatırlıyor o gülümsemeyi bir de Hakkari.


0 yorum:

Yorum Gönder