yolcu

26 Kasım 2014 Çarşamba

Kötülük dünyayı ele geçiren bir virüs gibi yayılmakta ve insan kılığına bürünüp içimizde, evlerimizde yaşayıp, koynumuza aldığımız sevgilimiz gibi davranıyordu. Kötülük her yerdeyken ben iyiliğin mahkumiyetini yaşıyordum. Aslında iyilik adı altında yapılan bariz bir kötülük vardı, sadece bunu ilan edenler hangi safta yer aldıklarını henüz bilmiyorlardı.  Kötülük o gece indi yeryüzüne, Aralığın 27’siydi. Herkes en iyi dilekleri ile yeni bir yılı karşılamaya, bütün evrene barış dilemeye, savaşlara ve açlığa son vermek üzerine birbirlerinden kopyaladıkları mesajları vermeye çalışıyordu.  Bense görüyordum  gökten döne döne gri dumanlar arasında kötülüğün inmekte olduğunu. Görüyor  ama dur diyemiyordum. İnsanların evrilmesi sonucunda artık vicdanları körelmişti. Horus’un bir gözü kör olmuş, iyiliği göremez olmuştu. İyiliği ödüllendiren son Tanrı da ortadan kalkınca insanlar başıboş kalmış ve diğer dünyada paylarına düşen ödül ve ceza mekanizması da olmayınca bu dünyada içlerindeki kötüyü özgür bırakmışlardı.

Kötü; kime göre kötü, kime göre iyiydi? Benim için kötü olan bir başkası için iyi olabilir miydi? Kötülüğün kokusu ve rengi neydi? Kötülük pembe olamaz mıydı? Makyaj yapamaz mıydı? Çürümüş et gibi mi kokardı yoksa kokusuz muydu kötülük? Eğer bir kokusu olsaydı yaklaştığında insanlar kaçarak kendilerini sakınıp koruyabilirlerdi. Kimse kötülükten kaçamasın diye kokusuzdu belki de. Onun içindir ki atalar kötü insanlar için “kavun değil ki baştan koklayıp alasın” demişlerdi. Kokusuz ve pembe renkli kötülük… Ne güzel bir kandırmaca. Senin iyilik sandığın yerde kök salıp büyüyen ve içine yayılırken farkına varamadığın sinsice ilerleyen bir hastalık gibi. Belki de ölümcül hastalıklar kötülük tarafından insan ruhunu ele geçiriyor ve yavaş yavaş iyilikle beslenen bu vücudu tüketmeye başlıyor. Sadece Tanrı’ya inananlar mı iyidir ya inanmayanlar kötü müdür? İnançlı olmak kötülükten uzak durmaya yeter midir? Öyleyse neden pek çok felaket aşırı inançlı insanlardan gelmektedir? Bir şeyin aşırı olması iyiyi de kötü yapmaz mı? Aşırı olan, insanları yoldan çıkarmaz mı? Aşırılık dediğimiz şey, insanın içinden fışkırırcasına dışarıya çıkma isteği ise o fışkıran her neyse eninde sonunda zarar vermez mi çevresindekilere? Ya bastırdıklarımız? Günah diye öğretilen ya da öyle belletilen ve aslında dünyanın sayısız güzelliklerinden olan şeylerden mahrum kalan bedenler ve ruhlar yoksunluk çekmezler mi? Yoksunluğun yarattığı boşlukları iyilikle doldurmaya çabalasalar da istenilmeden yapılan şeyler iyilik getirir mi? İyiliği iyilik yapan, içten gelmesi ve karşılıksız bir duyguyla yapılması değil midir? Karşılıksız saf duyguların en büyüğü annelikse kötü anne olabilir mi bu dünyada? Olmamalı deriz evet ama çocuğu ağladığı için sesine tahammül edemeyip boğan cani anneler çevrelerinde iyi olarak biliniyorlarsa bu denklemde yanlış olan taraf hangisidir? Yanlışlık insanın özündedir. İlkel benliğin insanileştirilmesine çabalanması, vahşi bir aslanı alarak evinde beslediğin uysal bir kedi gibi davranmasını beklemekten ne kadar farklıdır ki? İnsanın özü doğadaki en vahşi hayvanlardan bile vahşidir. Öyle olmasa gözlerini kırpmadan kendi hemcinslerini öldürebilirler miydi? Hatta kendilerine kötülük yapıp yapmayacağını bilmemelerine rağmen sadece kendilerinden olmayan taraftan doğdukları için çocuklara da kıyabilirler miydi? Kıydılar ama… Hem de yüzyıllar boyunca bunu defalarca yaptılar. Önce Arabistan’da kız çocuklarını diri diri toprağa mahkum ettiler. Sadece erkeklik kutsalsa neden kadınlar yaratılmıştı diye kimse sormadı. Kadın olmak suçsa o zaman anneler neden vardı? Kadınlar yaşamayacaksa kimler bundan sonra anne olacak ve dünyaya çocuk getirecekti? Belli değildi. Önünü ve arkasını sorgulamadan düşünmeden yapılan hareketler ile hem insanlığı hem de doğayı mahvetmedi mi adına insan dediklerimiz. Kötülük doğada yoktu insan var oluncaya kadar. Var olanı kötülüğe kullanacak kadar aklını hor kullanacak canlı da yoktu. Vahşet insanla beraber ortaya çıktı. Hayvanların doğası, doymaya ve yaşamda kalmaya kuruluydu, insanın ki doyumsuzluğa. Ne kadar doyarsa doysun insan hep açtı. Karnı doysa gözü açtı, gözü doysa kalbi aç. Hep daha fazlasınının peşinden koştu insan. Benim olsun, benim olmalı, olacak dürtüsüyle hareket etti. Fazlası yoktu, azla yetinmek en büyük mutluluktu. Az olan iyiydi, çoğalan şeyler paylaşılamayınca kötülük doğdu. Önce sevdiklerini paylaşamadılar, benim olmayan kara toprağın olsun dediler birbirlerini vurdular. Adına töre dediler, sevda dediler, aşk dediler, evreni kandırmaya çalıştılar ama bunun  adı sadece kötülüktü. Sevdikleri kadın başkasını sevse adına orospuluk dediler, sonunu ölümle verdiler, aslında o da kötülüktü. Erkek çocuğu olmuyor diye kadının üstüne kuma getirdiler, her iki kadına da yazık ettiler adına erkeklik, soyun devamı dediler yaptıkları açgözlülüktü, saf kötülüktü. Kadınlara herşey yasaklanırken ve günahtır, ayıptır denirken asıl içlerinde kötülüğün kök saldığı erkek dünyasına herşeyi helal görenlerin yaptığı neydi? İnsanlığın anlamlandıramadığı, inanmadığı, aklının yatmadığı herşeyde biraz kötülük vardı. O nedenle Ortaçağ’da kazıklara bağlanarak insanlar yakıldı. Aslında halkın yaptığı cadı avlamaktı. Cadılar içimizdeydi, yanmakla da bitmezlerdi çünkü cadılık denilen şey saf kötülüğün vücut bulmuş haliydi ama asıl cadılar serbestçe dolaşırken müsveddeleri cayır cayır yanmaktaydı. Adına halka yapılan iyilik deniyordu. Koskoca bir halk, insanlar kandırılıyordu, kandırıldıklarını bilmeden kocaman adamlar elleri patlayıncaya kadar alkış tutuyordu. Dünya soytarıca bir sahtekarlık evresinden geçiyordu. Halkını katleden diktatörler türüyordu, kendi dininden olmayanlar düşman ilan ediliyordu, düşman ilan edilenin içinde öldürme isteği olmasa bile öldürmeye mahkum ediliyordu. Bir başkasını öldürmek kendi yaşamını sağlama almak demek oluyordu çünkü. Bir başkasının kanıyla yaşamak ne kadar da ironikti! Kötülüğün dünyasında farklı olmak düşmanlık demekti. Düşmanlar öldürülmeliydi. Öldürmek yasal eylemdi ve iyiliğin baki olması için olması gereken temeldi. İyilik denilen şeyin kötülükten medet umması ne kadar doğru olabilirdi? Kimse sorgulamıyordu, herkes kendisine dayatılanı sadece şu boktan dünyada biraz daha yaşayabilmek için boyun eğerek kabul ediyordu. Düşünmüyorduk, araştırmıyorduk, susup kabulleniyorduk. Çünkü insan olmanın en kolay yolu kabullenmekten geçiyordu. Kabullenince iyi oluyorduk oysaki kötülükten bir çamura saplanmış, dibe doğru istemsizce çekiliyorduk. Eteğimize yapışan arsız bir çocuktu iyilik bir tekmeyle savurmuştuk. Bir köşede ezikçe ağlıyordu, ardımızda bırakıp gittiğimiz üvey çocuğumuzdu o artık.

Dünyadaki tüm kötülerin yüzüne kötülüklerini vurmak için çıktığım yolda iyiliksever bir devlet tarafından kötülüğe göz yumduğum gerekçesiyle aydınlık  bir sona doğru götürülüyorum. İyiliğin rengi beyaz olmalıydı ki üstümde sonsuzluğu çağrıştıran bir kefen vardı. Son sözümü sorduklarında “ben vicdanın ilahıyım ve beyaz giyerek bedenimi sonsuz iyiliğe bağışlıyorum” dedim. Sonsuzluğa giden yolda ayaklarım yerden kesildiğinde ben uçuyordum ve  gökyüzü beyazdı.
 

Derler ki; “kötülük bir ilah gibi karanlık bir gecede, kırmızılar içinde yeryüzüne inecek ve  insanlar önünde secde edecek. Secde edenler iyiliğe tapındıklarını sanırken, iyilik kötülüğün karşısında  beyaz bir melek olup gökyüzüne yükselecek ve vicdan da yeryüzünden ebediyen silinecek.”

ölüm uykusu

19 Kasım 2014 Çarşamba

“Böyle mi olması gerekiyordu, onca şeyden sonra?”
“Bilmem, belki de.”
rüya,kabus

“Hep böyle en çok severken mi biterse aşk oluyor?”
“Tarihte hep böyle olmuş.”
“Peki, yine uykularına mı çökücem? Çok acı çekiyor ama… Bu kez yapmasak?”
“Birini çok severse bir insan  biraz acı çekmeyi de göze almış olmalı.”
“Karanlıktan çok korkar ama yapmasak?”
“Aşıkken çok hor kullandı mutluluğunu. Sen bu gece uğra ne kadar gecikirsen o kadar zor olur.”

Ben ölüyorum ama kimse duymuyor. Sabaha kadar amansız çığlıklar attım kimse kılını kıpırdatıp da kalkmadı noluyor sana diye. Belki de öldüm ondan kimse gelmiyordur. Evet evet ölüm uykusu dedikleri bu olmalı. Bedenim de buz gibi zaten. Nefesim de geri kaçıyor sanki. Yok yok saçmalama ölmüş insan nasıl konuşsun Ayça? Ahhhhh kalk üstümden be ay afaganlar bastı bana! Kimse yok mu? Beni duyan biri var mı?

Seni duyan yok Ayça. Şu an derin bir uykudasın ve kaçtığın geçmişin yakana yapıştı, seni kolay kolay bırakacağa da benzemiyor. Aşıktın hem de çok ve benim etkim altındaydın. Sana “yavaş ol Ayça, ağırdan al” dedik ama dinlemedin. Baktım ki ben sesimi duyuramıyorum uykularında sana mesajlar yollamaya çalıştım. Rüyalarında seni uyardım bu aşkın sonunun felaket olacağını. O kızıl saçlı kadını hatırlıyor musun? Hani yemyeşil gözleri vardı, hatta o kadar delici bakıyordu ki yeşil bir alev tenini yakmış gibi sıçrayarak uyanmıştın uykundan. Rüyanda senin yerine tercih edilen kadın olacağını anlayamazdın. Sadece içine bir doz endişe bırakmak istedim hepsi bu. Sen o kızı abisinin sevgilisi sanırken aslında o gerçekte sevgilinin koynundaydı. Hani bir gece çok aramıştın erkenden uyudum demişti sana. Ertesi gün de doğumgünündü ve sana bir sürpriz bile hazırlamamıştı. Bütün gece uyuyamamıştın ve uykundan uyanıp uyanıp belki kırk sekizinci kere onu aramıştın. Altmış bir, yetmiş üç derken sızıp kalmıştın yine. Sabah yeni yalanlarla seni kandırmaya çalışmış ama becerememişti bu sefer ve sen yeni yaşına ağlaya ağlaya girmiştin. Mutlu değildin ve bu aşk karabasan gibi nefes aldırmıyordu artık sana. Uyandırmaya çalıştım, üçten geriye doğru saydım hatta elimi çırpınca uyanacaksın Ayça dedim, dinlemedin. Sen gördüklerinin bir kabus olduğuna inanmak istedin, işin kolayına kaçtın. Bu işin kolayı yoktu oysa. Kolay olan terkedip gitmekti sen kalmayı tercih ettin. Oysa sana çok şans tanıdım bu kez bırak git, siktiri çek şu adama diye hep izledim seni, önüne çok seçenek koydum, sen hepsini elinin tersiyle ittin. Sonuç? Sonuç artık uyanmıyorsun Ayça.

“Yapmayalım demiştim sana uyanmıyor baksana!”
“Her ayrılık acısı bir nevi ölümdür bilmez misin? Uyanacak sadece biraz zamana ihtiyacı var.”
“Ya bu sefer uyanmazsa?”
“İnsan acısından ölmez ki. Yoksa bu kadar acıya hangisinin bedeni dayanabilirdi ki?”

Doğru diye düşündü karabasan. Geceler boyu üstündeki ağırlık olmuştu Ayça’nın. Bedeninin her parçasını ele geçirmiş ve parça parça öldürmüştü bedenini. Yaptığı fiziksel olarak acısını azaltmaktı. Sadece bu, bir anlığına gözyaşı dökmesin diye. Uykusunda bile durmuyordu ağlıyordu. Sadece kalp ağrısı değil, gözyaşı ağrısı da çekiyordu. Akan her damla yanaklarını boydan boya çiziyordu. Yüzü harita gibi inceli kalınlı bir çok çizgiyle doluydu. İçlerinden akan gözyaşları yüzünü yara yara giderken kağıt kesiği gibi can yakıyordu. Yanıyordu Ayça. Karabasanın soğuk elleri altında cayır cayır yanıyordu bedeni. Yine çığlık atacak oldu sesi boğazında düğüm olup kaldı. Karabasan üzerinde oturduğu kadına baktı. “Beni sen yarattın” diye düşündü. “Kendi zihninin esiri oldun, benden kurtulmak da senin elinde ama bunu bilmiyorsun ki…”

İlk aşık olduğu günlerden birindeydi rüyasında Ayça. Elinde koca bir buket mor krizantemlerle gelmişti tanışmaya Bora. Krizantemler solalı çok olsa da hala dolabın alt rafında saklı dururdu. Solmuş çiçeğini bile atamayacak kadar canlıydı içinde hala Bora. Bora elinden tutup götürmüştü onu kendisinin de bilmediği Beyoğlu sokaklarına. İkisi de evden kaçmış çocuklar gibi şaşkın ve mutluydu. Özgürdüler, bilinmezlik güzeldi, elleri sıcacık kenetliydi birbirine. Sanki bir film karesiydi, etraflarında yıldızlar dönüyor olmalıydı, elindeki mor krizantemlere baktı yemyeşil yaprakları vardı. “Soluncaya kadar” dedi Ayça. “Onun aşkı soluncaya kadar, benimse…” diyip kafasındaki düşünceleri savuşturmayı tercih etmişti.

“Aşkım”dedi Bora. O zaman bir rüyada olduğunu anladı Ayça. Çünkü ona hiçbir zaman aşkım demezdi. Ama o kızıl saçlı ve yeşil alev gözlü kıza demişti. Hepsini okumuştu satır satır. Tüm yazışmaları, tüm iltifatları. Aslında o zaman çökmüş olmalıydı o karabasan üstüne okurken bir dakika bile gözünü kırpmamış, yerinden kıpırdamamış, oturduğu sandalyeye yapışıp kalmıştı.

Gözlerini açtı, nerede olduğunu kestirmeye çalışırcasına etrafına boş bir şekilde baktı. Başında fısır fısır konuşan sesleri duydu. Biri “benden bu kadar artık. Biraz daha zorlarsam ölüp gitmesinden korkuyorum.” Diğeri ise, “O zaten Mart’ın 28’inde öldü. Öleli 3 gün oldu. Terkedildiği gün yaşayan tüm hücrelerini de terkedip gitti Ayça.” dedi. Karabasan Ayça’nın bedenini esir etmeye çalışmaktan bitap düşmüşken hipnoz Ayça’nın artık acı hissetmediğine inanıyordu. Ölüm uykusundaydı. Uyutuluyordu. Bir kaza olmuştu, cam kırıkları saplanmıştı iç organlarına. Güneşli bir Mart günüydü, Ayça elinde kurabiyelerle giderken sevgilisinin yanına “Ben artık devam edemiyorum Ayça” demişti Bora. Bir cam tuz buz olmuş saçılmıştı dört bir yana.


Tuz

17 Haziran 2014 Salı

tuzTuzla buz oldu bardak. Elinden düşüvermişti bir anda. Ağzında tuz tadı vardı sürekli. Denizi özlemişti besbelli tuzlu suları yutmuş gibiydi boğazı epeydir. Yıllar önce yarasına tuz basmıştı deniz.Kalbi kirlenmişti, deniz temizlemiş ve berraklaştırmıştı içini. O günden beri ne zaman özlese denizi ağzında hep bir tuz tadı beliriverirdi. Mavileri düşledi... Mavi, dingin, serin ve az tuzlu deniz. Az şekerli kahve gibi olsun az tuzlu olsun deniz. Bir yelkenli düşledi, rüzgarın yetmediği yerde nefesiyle üfleyerek de olsa uzaklara gitmek lazım dedi. Beyaz bir yelkenli, masmavi yolculuklar, az tuzlu olsun yalnız deniz. "Ahhh" diye çığlık attı birden. Düşlerinde gezinirken elindeki bıçak kesivermişti elini. Kana tuz iyi gelmez şeker basmak lazım dedi. Evde hiç şeker kalmamıştı. Parmağındaki kanı emdi, tadı tuzluydu. Tuzlu ve sıcak. "Garip" dedi. Kan da az tuzlu gibiydi. Tadını sevdi. Kanaması durana kadar emmeye devam etti. Gözlerini kapadı, vücuduna bir sıcaklık yayıldı uykusu geldi. Aslında çok da derin bir kesik değildi nedendi bu kadar kan kaybı? Ne oluyordu böyle? Gözleri kararırken mavi ve az tuzlu bir deniz düşledi. Ortasında da bembeyaz bir yelkenli. 

KARADELİK AŞK

29 Mayıs 2014 Perşembe


girdap
Sen hiç hayata kafa attın mı? Kafa tuttun mu? Aslında hayata değil hayatının içindeki bir kesite daldığın, kafa attığın, sövdüğün olmadı mı hiç? Kafan güzel oldu mu hiç ama dibine kadar? Bir de o zaman denesene kafa atmayı? Başın dönerek, sersemleyerek, geçip gitmesine izin vererek, yolundan çekilerek, tam çekilmişken vazgeçip yok ben bunun ağzını yüzünü dağıtcam duygusuyla gidip sert bir kafa çakarak! Beyninin yerini değiştirecek kadar sert, duygular ile düşüncelerin yer değiştirip, kolkola durup senin gerçekliğini bozarcasına, içindeki nefreti lav misali püskürtüp, kaygan, akışkan ve  yakıcılıktan da sıcak bir deniz yaratmak, ortasına kafa attığın kişiyi koymak ve sonra seyreylemek. Yavaş yavaş yansın ama lavın içinde. Tadını çıkara çıkara. Acele etmeden. Bir zamanlar olmayan ateşler ile yakmıştı o da senin içini. Hayatını suyun altında nefessiz kalmışcasına yaşatmadı mı sana? Sanki biri kafandan bastırmış da sen orda hayatta kalabilmek için çırpınıp duruyorsun ama bir türlü yüzeye çıkamıyorsun. Çıksan orası güneşli, çıksan bol oksijen var, çıksan kendinden kurtulup özgürleşecek bedenin esareti. O bastıran eli alıp bileğinden ters bükmeli. Kırmalı kolunu çat diye belki de. Sen kimsin be demeli? Beni de bir anne doğurdu senin gibi. O incinmesini ister mi bir serseri tarafından canı yakılsın kızının ister mi? İstemez tabi ki. Dedin değil mi bunu istemez tabi ki dedin. O zaman sen kim oluyorsun da canımı böylesine yakıyorsun be adam demezler mi sana? derler. Eee o zaman sonuç? Kimsin, nesin, nerden gelip nereye giderken yoluma çıkıp yörüngemi tersine çevirdin.  Ben kendi ekseni etrafında debelene debelene dönmeye çalışıyordum. Çalışıyordum çünkü henüz bunu yapabilecek güce sahip değildim. Çabalıyordum çünkü seni tanımıyordum. Seni tanıdım ve o anda yörüngem şaştı. Uydum yer değiştirdi. Dünyanın merkezi benken karadelik oluverdi. Karadeliğin içine çekildikçe çekildim. Belime ip bağlamayı unutmuşum yoksa o deliğin içinde bu denli sürüklenmezdim. Sürüklendim. Sen sürükledin. Oraya gidiyor-muş gibi yaptın beni attın kendin çıktın gittin. Yaktın ama yanmadın. Kırdın ama kırılmadın. Ağladın ama hissetmedin. Sev-miş gibi yaptın ama sev-me-din. Duymuş gibi yaptın her söylediğimi aslında sağır bir duvarmış yakındığım. Görmüş gibi yaptın. Ben gözünün önündeydim baktığın yönde boşluk vardı. Boşluğa baktın boşluk oldum. Boşluğa baktın beni karanlığa sürükledin. Aşk bir karadelikmiş kendi ellerinle ittin. Kendin gelmedin. Meğer sen böyle herkesi ellerinle atarmışsın o deliklere. Sonra seyre dalarmışsın yarattığın tahribatı. Girdaplara soktun havada bir dal bile kıpırdatmaz sakinlik varken. Konuştum duymadın. Anlattım anlamadın. Ben konuştum sesim boşluğa takılıp kayboldu. Ben konuştum sen başka sesler duydun. Ben gözünün önünde eriyip bittim. Sen yücelirken ben kayboldum. Farkıma varmanı bekledim. Çok bekledim. Bekleyemeyecek kadar takatsiz kalana kadar bekledim. Gelmedin. Belki hiç var olmadın ben bir yalanın hayalini bedenin sandım. Doğdum, büyüdüm, kayboldum. Çok iyi bildiğim kendi şehrimde tuzaklar kurdun bana. İçindeki bir parça peynire koştu bedenim aşk diye, kapana kısıldı kaldı. Kapanlar… Sen kendini özgür zannederken ya yaşadığını sandığın hayat bir kapansa ve sen onu dünya sanıyorsan? Dünya bildiğimiz bir sıkışmışlık haliyse? Ya daha ötesinde özgürlük varsa ve görmüyorsak, bilmiyorsak, duymuyorsak. Ben haykırdım, sen susarak büyüdün. Ben ağladım, sen gülerek baktın. Ben gittim, sen kendine geldin. Ben durdum, sen yürüdün, aldın başını gittin. Ben, sen, aşk, kara delik. Nerde başladık nerde bittik? Belki hiç birbirimizi bilmedik, görmedik, sevmedik. 

Tanrı Zeynel

7 Mayıs 2014 Çarşamba

mayaBu yazı http://yazievi.yesimcimcoz.com/event/ariza-kadinlar-mitolojik-psikolojik-kurgu-yazma-atolyesi/tragedya konulu çalışma sonrasında yazılmıştır. 

Zaman kavramının icadından bile önceleri bir Tanrı-Kral yaşarmış en yüksekten de yüksek tapınağın gök ile birleştiği çizgide. Zeynelmiş adı. O zamanlar Tanrı-kralların üstün ve sınırsız güçleri varmış, sonradan bu güçler ile medeniyetlere büyük yıkımlar ve acılar yaşattıkları için tüm evrenin Tanrısı onlara kızıp cezalandırmış ve sadece krallıkları kalmış ellerinde. Tanrısal güçleri uçup gitmiş. Ama bizim hikayemiz Tanrısal güçlerin hüküm sürdüğü çağlardan gelme…

Zeynel Anadolu topraklarında, Mardin’de bir tapınağın kralı.  Çirkin mi çirkin.  Baktıkça tüm alemi yaratan büyük Tanrı’nın Zeynel’i nasıl bir boşluk anında yarattığı meçhul. Çirkin ama çok üstün, her Tanrı-kralda olmayan özel güçlere sahip. İstediği bitkinin, hayvanın kılığına girip usulca süzülüyordu bakir gençlerin bedenlerinin mahremine. O kadar güzel bir sesi ve şiirler şakıyan bir dili vardı ki, o çirkinliğine rağmen bütün ülkenin kadınları hatta erkekleri bile onun büyülü çekiciliğine karşı koyamazdı. Yürüdüğü zamanlarda yolun kenarındaki papatyalar bile gelinciğe dönüşürdü, al al olurdu çiçeklerin bedenleri. Onun ayağının altında çimenler bile ezilmez, sadece efendileri karşısında secde ederlerdi. Zeynel’di, Tanrıydı, kraldı, mağrurdu eh biraz da libidosu yüksekti tabi. Çirkin olduğu için aynalara hiç bakmazdı Zeynel. Birlikte olduğu kadınlarda kendi yüzünü görürdü sadece.

Kızlarını sadece kendi oğulları ile evlendirirdi. Krallıkta dışardan bir erkeğe kral kızı gelin edilmezdi. Zaten ülkenin hatırı sayılır bir kısmı Tanrı Zeynel’den olmaydı. Sadece insanlar değil, hayvanlar da ondan olmaydı. Mesela asırlar boyunca atla eşeğin çiftleşmesinden katırın doğduğunu bilirdik. Aslında katır Zeynel ile atın birleşmesinden olmaydı. Hatta “katır gibi inatçı” sözü Tanrı-kral Zeynel’in inatçı benliğinin bir hatırasıdır.

Bir Mayıs gecesi, zürafa kılığında birleştiği Etelya’dan, uzun boyunlu, iri gözlü ve upuzun boyu ile bir su perisi kadar zarif ve güzel Manolya doğdu. Etelya ile aynı anda hamile kalan Falya’dan ise Letisya doğdu. Ancak Letisya babasının çirkinliğini alırken, Manolya annesinin güzelliğini ve bir su perisini andıran zerafetini aldığından bütün krallığın gözbebeği olmuştu. Letisya çocukluktan itibaren nefret etti ablasından. Manolya büyüyüp serpildiğinde, köyün tüm erkekleri yolunda paspas olmaya hazırdı. Bir zamanlar Tanrı-kral Zeynel’de olan cazibe şimdi kızında vücut bulmuştu. Letisya hasetinden çatlarken, ülkeye bir grup asker sığınmak üzere geldi. Ülkenin güneydoğusundaki şehirlerinde küçük çaplı bir savaş olmuş ve herkes telef olurken bu askerler kendilerini kurtararak krallığa kadar ulaşmayı başarabilmişlerdi. İçlerinden biri güneşin bulutların arasından doğarkenki ışıltısı ve sıcaklığına sahipti sanki. Babası sıcak Tanrısıymış meğer ancak savaş sırasında yaşlı bedeni daha fazla dayanamayıp, mağmaya doğduğu sıcaklıklara geri dönmüş. İsmi Güneş’miş bu savaşçının. Kardeşi Ayaz’la birlikte kurtulmuşlardı savaştan. Letisya daha görür görmez Güneş’e vurulmuştu. Güneş de Manolya’ya. Çok geçmeden krallık içindeki köklü bir gelenek yıkılmış ve Manolya Güneş ile, Tanrı-kral  Zeynel’in kızı kardeşleri dışında bir erkekle evlenmişti. Ailenin gücü için savaşçı genlere ihtiyaç vardı. Letisya ise kendi rızası bile alınmadan Ayaz ile evlendirilmişti. Gelenekler gereği, kızlar erkek kardeşleriyle evlenmeyip, yabancı biriyle evlendirildiklerinde –ki bu çok nadirdir- Tanrı –Kral Zeynel onları kocalarına hazırlamak için bekaretlerini alırdı. Ancak Letisya zaten istemediği bir adamla evlendirildiği için, bu tören sırasında bunun intikamını almaya tüm Tanrılara yemin etti. Ayaz’la evlenen Letisya, tüm kalbiyle kocasını seven sadık kadın rolünü birkaç yıl devam ettirmiş, hatta Ayaz’ı sevmeye bile başlamış gibiydi. Ama bu sevgi Güneş’i görene kadardı. Onu her gördüğünde karların Güneş’e teslim olup eridiği gibi eriyordu bedeni Letisya’nın. Ayaz’a ve babasına lanet ederken buluyordu kendini. Manolya ise hayatından çok mutlu, ilk bebeğini doğurmak üzereydi.
mardinDerken bir gece, Manolya’nın bebeği tam da dünyaya gelirken, bütün krallık buz kesti. Bütün ülke karlar altında kalmış gibiydi. Manolya’nın bebeği daha anne karnından çıkamadan öldü. Soğuk onun küçük bedeni için fazla acımasızdı. Letisya kocası Ayaz’ı öldürürse bu buzların da eriyeceğini biliyordu. Ayaz’a yaptığı büyü tutmuş, bastığı her yer buza dönüşmüş ve tüm krallığı sarar hale gelmişti. Letisya kocasını zevkin esiri ederek öldürdü. Kadınlığı Ayaz’ın cehennemi olmuştu. Ancak büyünün bozulması, ülkenin yeniden Güneş’e kavuşması Letisya’nın Güneş’le evlenmesine bağlıydı. Letisya, Tanrı Zeynel’in tüm kadınlarını ve erkeklerini Tanrı Zeynel’i yok etmek üzere bir büyüyle kendine bağladı. Büyülenmiş kadınlar ve erkekler kralın odasına usulca girerek, kralın kulağına aşk sözcükleri fısıldayarak zevkten katılıp kalmasına ve hareket edemediği için de buz kütlesi haline gelmesine sebep olarak Tanrı-Kral Zeynel’i öldürdüler. Letisya’nın önünde artık tek bir engel kalmıştı kardeşi Manolya. Manolya adı gibi narindi. Kendisine sevgiyle dokunulmadan koklamaya kalkışılırsa yüzü sararmaya başlar ve giderek kahverengiye dönerek içten içe çürüyerek yok olur giderdi. Kardeşi bunu çok iyi bildiği için Manolya’yı hırpalayarak kokladı. Letisya’nın tüm bedeni Güneş’in ateşiyle yandığından, Manolya’yı da  yakıp kavurması güç olmadı.

Güneş’i de baştan çıkarmak için bütün iksirler ve büyüler tamamdı ve saf Güneş’i kandırmak çok zor değildi Letisya için. Ancak ülkelerin de krallıkların da en tepesindeki büyük Tanrı, bu felaketlere daha fazla dayanamayarak tüm krallığı cezalandırmıştı. Krallığın üzerine güneş ışınlarının yılın her günü en sıcak haliyle gelmesini emretmiş. Güneşin sıcaklığına dayanamayan tüm ağaçlar kurumuş, tüm topraklar çöle dönmüştü. Letisya Ayaz’ı öldürdüğüne bin pişman olmuş tabi ama büyük Tanrı’nın öfkesine karşı gelinemezdi.

O gün bugündür de Mardin’de her yer sarı topraktandır. Ağaç çok zor yetişir. Güneş’i bol, toprağı sıcaktır. Şehri çevreleyen dağlarda katırlar otlamaktadır ve geceleri daima Ayaz vardır. 

esinlenilen mitolojik kahramanlar

gittik

30 Nisan 2014 Çarşamba

gitgittik.. aslında gitmeyi hiç istememiştik.. ne yazık ki her gelişin bir gidişi vardı tıpkı mevsimler gibiydi hayat da.. gelen gider, giden gelmez, bekleyen çürür, gidenler nerdedir bilinmez.. gittik belki de hiç gelmemeliydik..Hiç hazır da değildik üstelik burada yaşamaya. mecbur ettiler, gelenin gideni arattığını yaşayarak öğrenmemizi istediler..Öğrendik. her yeni adım bir başlangıçtı ardında pişmanlıklar bırakmasaydı..Pişmanlıklar, peşini bırakmaz ki insanın. Yaptığından değil aklında kalandan en çok çekiyor insan. Bilinmezlik, gizem. Olsaydı belki de felaketi olcaktı insanın bilmiyor ki. Ama kalbinde kalmış yarası, öğrenmek istiyor. sonu besbeter olsa da canını kanatacak olsa da yaşamak istiyor insan. Gelene git denmez, gidene gel denmeyeceği gibi. Giden gitmişse dön desen ne fayda, kalacak olsaydı çıkar mıydı hiç o yolculuğa? Yolculuk...Bilinmezlik...Vardığın nokta mı önemli yolculukta gittiğin yön mü, yoksa hislerin mi? Hem hepsi hem de hiçbiri belki. Gitme! derken için elini sallıyorsan ardından, hayatının geri kalanında yaşayacağın pişmanlık boynuna asılmış bir ilmek gibi sıkacak soluğunu. Ah keşke diye başlayan cümleler sırdaşın olacak, serde güçlü olmak varsa içine akacak, içinde büyüyen düğümler büyüdükçe büyüyecek, çözülmez hale gelinceye kadar da farkında olmayacaksın. Olsan da bir şey değişmeyecek. Gitti.. ki kal demeyi bilseydik gitmezdi belki. 

...

29 Nisan 2014 Salı

mitoloji,arıza“Uçuşa geçti tüm böcekler,
Kanımı emdi gitti sürüngenler,
Şu karafatma sırdaşımdır benim,
Kocamsa bir bok böceği bildiğin.”

Duvara yazdığı 378. şiirde bu dörtlükten oluşuyordu Cevriye’nin. Üç haftadır sürekli ya birşeyler mırıldanıyor, kendince besteler yapıyor ya da duvara elinin hızının yettiğince birşeyler karalıyordu. Kocasını kaybettiği günden beri Cevriye’nin kadın bedeni de kimliğini yitirmiş, üzerinde elbiseler taşıyan bir hayalet  bedeni vardı sanki. Ne zaman uyuduğu, uyandığı belli değildi. Aklının ipleri, şişten çıkmış ilmekler gibi sökülmekte, söküldükçe halisünasyonlar derinleşmekteydi. İşte yine başlamıştı yazmaya. Aklının  rüzgarı hangi yöne eserse o yönde yazıyordu. En çok böceklere takmıştı. Böceklerin kalın kabuklu ve büyük gözlü olanlarına takıntılıydı bu aralar. Ateşte yanan böcekler için ağıtlar yazıyordu şimdi. Kendi bedeninde de bir ateş kılıcı kalbinin etrafını çiziyordu inceden inceye. Çizdikçe canı yandı, yazdıkça heyecanlandı. Bütün gece uyumadan yazdıkça yazdı. Yorgunluktan sızıp kalana kadar devam etti. Uykusunda bile zihni yazmayı aceleyle sürdürüyordu. Rüyasında kocasıyla son gittiği davette gördü kendini. Alımlı  Cevriye ve kocası Fikret yine herkesin göz hapsinde, tüm dikkatler üzerlerindeydi. Bu davetten üç gün sonra kalp krizi geçirmişti kocası. O güne kadar kocası dışında hiç kimseyle bir etkinlikte bulunmayan Cevriye yapayalnız kalmış ve acısını duvarlara yazdığı dörtlüklerle atmaya çalışmıştı. İlk başlarda ürkütücü boyutlarda değildi ama gittikçe aklı başından başını alarak gitmiş gibiydi. Kimseyle konuşmaz, kimseyi duymaz olmuştu. Kendi kendine konuşması dışında hiçbir şey kalmamıştı Cevriye’den geriye. Uykusunda mırıldandı son dörtlüğünü, eşi Fikret’e kavuşmadan tam 5 dakika önce:

“ Kalbimi sokup sokup gitme akrep,
Boynumdan zehirli kıskaçlarını çek,
Özgür bırak beni ki gideyim artık buralardan,
Örümcek ağından yatak hazırlamış bana kocam,
Saçlarıma takacakmış ateş böceklerini,
Derin bir uykuya hazırlarken bedenimi.”



şemsiye

11 Nisan 2014 Cuma

kumsalBen en çok plaj şemsiyelerini severim. Sapsarı altın tozu gibi uzanan kumsallarda rengarenk, altında insanların dilediğince tembellik yaptığı, karşısında bembeyaz köpüklü turkuaz rengi denizin uzandığı renkli şemsiyelerin altında keyif çatmak hayatın gerçek anlamı olsa gerek. En azından benim için öyle. Şimdilerde yazı belli ki çok özleyen birilerinin ürettiği rengarenk ve kocaman yağmur şemsiyeleri var. Sanki şehir içinde bu şemsiyeleri kullanınca yağmur ve kasvetli havadan zevk alıcakmışız gibi. Hem yağmur şemsiyeleri neden kocaman olur ki? Bir şemsiyenin altında beş kişi birden yürünmez ki. Zaten birileri hep dışarda kalır ve bir tarafı mutlaka ıslanır. Plajları çok özleyenler bu rengarenk şemsiyeleri çok amaçlı kullanıyor olmalı. O kocaman şemsiye ile dar bir sokakta yürümek yan tarafından geçen kişinin hayatına müdahil olmak demek. Ya çarparsın, ya telleri saçına takılır, ya dolanırsın ya da o teller gözünü hedef alır. O nedenle mümkün olduğunca küçük şemsiye kullanmak lazım hem sıcak ve samimi bir yağmur romantizmi yaşatır, hem de yanınızdan geçen yabancılara şemsiyenizle taciz uygulamazsınız. 
Şemsiye demişken yağmurları hiç sevmem. Hele ki kışın yağmayıp baharın ve yazın gelmesini sabote eden serin hava eşliğindeki zamansız yağmurlardan hiç ama hiç haz etmem. Her şey mevsiminde güzel nisan yağmurları temmuzda yağsa keyfi kalır mıydı? Ya da temmuzun kafası karışmaz mıydı?

Ayrılık...

ayrılıkAyrılık... İçinde başka hiç bir duyguyu barındırmaya izin vermeden başlı başına hüzün simgesi olan kelime.. Adını duyduğumuzda bile altından keyifli bir şey çıkmayacağı kesin. Hangi ayrılık güzel olabilir ki? Ayrılmak bir yerden, bir kişiden, bir evden belki bir süreliğine belki bir daha dönmemek üzere vedalaşmak ve gitmek. Hep hüzün dolu, kırılan bir tarafın olma ihtimalinin yüksek olduğu, gidene belki keyif verecek olan ama kalan için mutlaka üzüntü kaynağı olacak bir duygu. Ayrılık acısı ise ölüm acısına eşdeğer sanki. Hayatında yanında olan birisine herhangi bir nedenden dolayı bir daha dokunamayacak olmak, kokusunu duyamamak, nasıl nefes aldığını işitememek, o gün üzgün müdür keyifli midir bilememek, hele ki ayrılınılan kişi sevgilisiyle başka bir yerdeyse kiminle birlikte olduğunu hayal edememek...Bunlar bir ölüm acısı gibi değil de nedir ki o zaman? Ayrılıklar olmasaydı kavuşmaların anlamı kalmazdı demiş bazı şairler. Kavuşmanın anlamlı olması için illa ayrılmak mı lazım?Bir insan birini çok seviyorsa neden ayrı kalmak zorunda kalsın? Bu kavramın olmadığı bir gerçeklik olsa ve herkes olduğu yerde kalabilse nasıl olurdu yaşantımız acaba?Mesela dalından kopan yaprak toprağa düşerken dalın canı yanar mı mesela? Ya yaprak? Toprağa kavuştuğu için mutlu mudur yoksa uzun zamandır tutunduğu dalı özlemekte midir? Yere düşmesi bir son mudur yoksa ağacın özüne kavuşmayı sağlayacak bir yolculuk mudur? 

O gece...

10 Nisan 2014 Perşembe


dolunay
Bütün geceler aynı karanlıktayken o gece bu gece şu gece ne fark eder ki? Kutuplarda yaşasan altı ay boyunca o geceyi yaşayabilirsin çünkü gece hiç bitmemiş olacaktır senin için. Altı ay gündüz olduğunda da senin o gece ile başlayan bir cümle kurabilmen için altı ay öncesinden hikayeler anlatman gerekecek. Demekki zaman farklı kıvrımlara sahip senin o gecen bir başkası için hiç başlamamışken, sen gündüze geçtiğinde orada bir gece yaşanacak.. Düşününce insan bu uçsuzluk karşısında şaşakalıyor. Zaman dediğimiz aslında ne ki? Belki de gerçekten bükülebilen bişeydir. Sen burda gündüze doğru zamanı büktüğün için bir başka yerde gece olmasına neden oluyor olabilirsin. Paralel evrene falan da gerek yok dünyanın mantığı aslında bu şekilde... Sen geceyi yaşarken Amerika'da henüz gündüz yaşanıyor ve sen yeni güne başlarken onlar geceye başlıyorlar. Senin günün biterken orda "gece daha yeni başlıyor bebeğim" cümlesi sarf ediliyor.
Bu nedenle de o gece diye başlayan bir cümle kurarken hangi gerçeklikte olduğu meçhul kalacak belki de. Burada o geceyken dünyanın bir başka köşesinde gece mi gündüz mü, kimin günü hangi saatte bilinmez olacak. Her gece karanlık değil belki de bu nedenden. Öyleyse karanlık ve aydınlık kavramları da bir yanılsama değil mi? Neresinden bakarsan ya da dünyanın hangi bölgesinden insanlığa bağlanırsan o tarafa göre değişen bir gerçeklik. O zaman karanlık gecelerin suçu ne? Baksana bir başka zaman diliminde karanlık bile olmuyor ki o gece...

Bulutlar...

2 Nisan 2014 Çarşamba

hayal,fantastik"Bulutlar yüklü ha yağdı ha yağacak üstümüze" .. diye başlar şarkı. Gökyüzünde belli ki yoğun bir trafik var ve bulutlar yüklenmiş ve birazdan damlalarını dünyaya bırakıp, kimi aşıkların, kimi şemsiyesiz evden çıktığı için yağmura sövecek olanların, kimi arabanın sıçrattığı sudan ıslanacakların, kimi arabasının lastiğini nemli zeminde kaydırıp öndeki arabaya toslayacak olanların üzerine yağacak. Kimisi ellerini açıp sevinecek, şükredecek bu keyfi yaşayabildiği için, toprak kokusunu içine çekecek, çimenler mis gibi kokusunu salıcak, yağmurun sesinde huzur bulup ruhunun pasını kirini akıtacak, derin bir nefes alıp "ohhhhh özlemişim" diyecek. 

Bir  video izlemiştim geçenlerde Çin'de ilk kez yağmur gören kız çocuğunun sevincini gösteriyordu. Aslında doğanın sunduğu her güzelliğe o çocuk sevinciyle bakabilmek yaşamı her gün daha da keyifli hale getirmez mi? Zaten canımızı sıkacak, yüzümüzü düşürecek, somurtturacak o kadar çok şey varken bir yağmur damlası ile, öbek öbek olmuş bulutlar ile mutlu olmak da mümkün olamaz mı? Siz hiç gökyüzünde pofidik pofidik duran bulutlara bakıp bazen bir file, bazen bir uçağa, bazen bir çiçeğe benzetmediniz mi? Masmavi gökyüzünde bembeyaz ve tombik tombik şirinlik yapan bulutlar ile mutlu olmadınız mı? Hiç hayal kurup bulutların üstünde uzandığınızı, yumuşaklığını tüm sırtınızda hissettiğinizi düşlemediniz mi? Ben düşledim ve ne zaman beyaz tombalak bir bulut görsem hep gülümsedim. Tıpkı her yağmurdan sonra toprağın kokusu ile yaşadığımı hissettiğim gibi...

Melek

1 Nisan 2014 Salı

travesti“Orospuuuuuuuu!” diye bir ses gecenin sessizliğinde çığlık çığlığa  yankılandı. Cam kırılmaları eşliğinde sanki sesin şiddetiyle kırılmışlar gibi, iki sesin patlamasıyla herkes yataklarından fırladı. Mahalleliler “hayırdır inşallah!” diye camlara fırladılar. Herkes o saatte belki de kendi evinin orospusuyken bir feryatla bölündü geceleri, bir bıçak keskinliğinde bozdu gecenin sessizliğini. Sokağın ortasında saçı sakalı birbirine karışmış bir adam, üzerinde döküntü elbiseleriyle kalbinin döküntülerine eşlik etsin diye kırmıştı o camları besbelli. Kimse cama çıkmadığına göre ev boştu. Ara sıra ışık yanardı geceleri, çoğu zamansa karanlıktı evin içi, bir gölge bile süzülmezdi.  Çocukluğundan hınzır bir anının aniden aklına gelmesiyle adam ağlamaya başladı. Ama ne ağlamak.  İç organları bir basınçla patlayıp, o ağlamanın şiddetiyle etrafa bir bombanın parçaları gibi saçılacaktı sanki. Hıçkırdı anıları berraklaşırken gözlerinde. 18 yaşlarında olmalıydı o zamanlar. İstanbul’a yeni taşınmışlardı. Burası memleketleri gibi yeşil değildi. Çamurlu yolları olan karışık bir mahallede oturuyorlardı. Mustafa koşa koşa okuldan gelmişti kan ter içindeydi, ağlamaktan yüzünün rengi akıp gitmişti sanki. Abisi hemen kardeşinin peşinden içeri koştu ne olduğunu öğrenmeye. Mustafa sadece ağlıyordu, başını önüne eğmiş abisinin yüzüne hiç bakmıyordu. İçini temizleyip akıtana kadar ağladı Mustafa. Çok sonra tek bir cümle söyledi sadece, “öğretmenim bacağımı okşadı” dedi. Ağladığı neydi Mustafa da bilmiyordu. Çok utanılacak bir şeydi ama Mustafa bundan garip de bir haz almıştı. Bundan hoşlanmaması gerekiyordu, yanlış olan bir şey vardı. Henüz 13 yaşındaydı, o güne kadar bir kızın elini bile tutmamışken bir erkekten etkilenmişti. İsmail kardeşine bakakaldı. Ne diyeceğini bilemedi. Kızsa mı, konuşsa mı, sussa mı karar veremedi. Ne söylese eksik, ne düşünse fazla kalacaktı. Yutkundu, boğazında söyleyemedikleri düğüm oldu. “Hiç kimseye bir şey söylemeyeceksin” dedi kardeşine. “Annem babam da bilmeyecek, okula ben götürüp getiricem seni bundan sonra dedi” Mustafa’ya. Okula götürmek neyi engelleyebilirdi bilmiyordu ama aklına bir tek bu gelmişti o zaman. O günden sonra bu konuyu bir daha hiç konuşmadılar, unutulan bir kabus gibi hayatlarına devam etmeye çalıştılar. İsmail birkaç yıl sonra askere gittiğinde Mustafa abisinin yanına ziyarete gideceğini söyleyerek evden ayrıldı. Ne abisini ziyarete gitti, ne de bir daha evine döndü.

Sokağın ortasında kitlenip kalmıştı adam. Kan akışı beynine doğru çıkmaya başlamış, sanki vücudundaki bütün kan gözlerinden fışkıracak, kan çanağına dönmüş gözleri hayalini canlı hale getirecekti. Camlardan adamı süzen mahallelinin aklında tek bir soru vardı. “Kimdin be adam? Bu saatte neydi derdin?”

Mahallenin en delikanlı ablalarından (en erkeğim diyenin bile eline su dökemeyeceği) Esengül abla indi aşağıya.  Yanında getirdiği bir maşrapa suyu fırlattı adamın yüzüne. “Derdin ne senin kardeşim gecenin bu vaktinde” dedi. Adam yüzüne bile bakmadı Esengül ablanın. Sanki tüm dünya adamın içine kaçmış ve o dünyayı yaşamak için adam buradaki gerçekliğinden vazgeçmiş gibi kaskatı oldu. Esengül abla biraz daha su serpti adama ama ııh ıhh bir şey değişmedi. Adam bakışları sabitlenmiş bir halde kendi ekseninde sallanmaya başladı. Yörüngesini kaybetmiş bir gezegendi o anda. Sallandıkça zikreder gibi “orospuuuu” demeye devam etti. Esengül abla başka bir şey söylemesini merakla bekledi.

Sokağın başında keskin bir topuk sesi yankılandı. Esengül abla sese doğru döndü ve sapsarı uzun saçları, file çorapları, altın sarısı mini eteğiyle hayallerini de altınla kaplamış olan kadını gördü. Upuzun bacakları vardı, nerdeyse Esengül ablanın boyu kadardı. Adam topuk seslerini duyunca, yağsızlıktan pas tutmuş bir makinenin gıcırdayan aksamları gibi ağır ve kesik kesik hareketlerle sese doğru döndü. “Orospu” dedi. Bu kez sesi boğuk ve boğazında bir perde örtülüydü.  Sarışın kadın adamı görünce yeni dökülmüş asfalta topuğunun kaptırmışcasına yerine mıhlandı. Yutkunamadı bile. Sadece bakakaldı. Abisi İsmail yolun ortasında gözlerini ona dikmiş sürekli olarak “orospu” diyordu. Saçları sapsarı, uzun bacaklı -Mustafa- “bu kez oldu abim, artık orospu diyebileceğin kadar kadınım” dedi. 42 numara olan ayakkabılar ayağını sıkmıştı, fırlatıp attı. İsmail ayağa kalkmaya çalışırken sendeleyince Esengül abla kolundan tuttu. Aralarında ne olduğunu anlamaya çalışan gözlerle bakıyordu ikisine de. “Neden be Mustafa neden” dedi katıla katıla ağlarken.  Aslında neden geldiğini bilmiyordu İsmail. Kardeşini dövmek mi, ona sövmek mi istiyordu? Neden gittiğinin hesabını sormak mıydı niyeti? Ya da annesini babasını o askerdeyken neden yalnız bırakıp gittiğine miydi derin öfkesi? Hem hepsi hem de hiçbiriydi. Asıl önemlisi o artık erkek kardeşi değildi. O artık gözünde cinsiyetini yitirmiş bir beden, geçmişte kalan küçük erkek kardeşti. Şimdiyse ne hissedeceğini kestiremiyordu Mustafa’ya karşı. Kardeşini hırpalamak, kendine gelsin diye iyice sarsmak, yeniden Mustafa olsun, küçük kardeşi geri gelsin diye üstündeki elbiseleri parçalamak istedi. Bir adım atacak gibi oldu, Esengül abla tutmasa yere kapaklanacaktı nerdeyse. O an vazgeçti içindeki düğüm olmuş nefretten. Dövse olmaz, sarılsa içi kabul etmezdi artık. Öylece bakakaldı kardeşine, olduğu yerde kalakaldı. “Belki de buraya hiç gelmemeliydim” dedi içinden. Görünce hesap sorarım sanmıştı İsmail. Kardeşini görene kadarmış her şey, içindeki bütün düğümler birer birer çözülmüştü Mustafa’ya karşı. Kardeşinin çocukluğu hıçkırarak ağlıyordu hala köşede, sarışın bir melek teselli ediyordu ruhunu belki de.     

travesti
Mustafa ya da şimdiki adıyla Melek, “13 yaşındaydım abi, sana anlattım o gün başıma geleni bir tek sana anlattım. Bir kızın nasıl dokunduğunu öğrenemeden bir erkeğin dokunuşuyla tanıdım kendimi, bedenimi. Benim kaderim buymuş, içim kadınmış be abim”dedi. Yaprak gibi titriyordu Melek Mustafa. Güçlü durmaya çalıştıkça savruluyordu bedeni. Abisine koşup sarılmak istiyordu ama yapamazdı. Abisi çocukluğunda kalmıştı. Yeni hayatında ailesinden bir kişinin bile hayatına dahil olmasına izin verse onları da yakacağını biliyordu. Bu hayat hepsini mahvederdi en çok da annesini. Yeni hayatında abiye, anneye, babaya ihtiyaç yoktu. Üzülmeye yer yoktu. Geçmişe yer yoktu. Ağlamaya hele hiç yoktu. “Anneme beni gördüğünü söyleme sakın, kahrolur kadın” dedi. İsmail ağzını açacak gibi oldu tıpkı yıllar öncesindeki gibi kelimeler hem eksik hem fazla geldi. Herşeyin içi boşalmıştı sanki, bir hortumun etrafında daireler çizen yapraklar gibiydi düşünceleri. Birbirlerine baktılar derin derin, bakışlarında anlattılar kendilerini birbirlerine, Mustafa “hakkını helal et” dedi içinden, abisi “helal olsun” dedi gözlerini usulca kapatırken. Melek Mustafa kırıta kırıta yürüyerek geçti gitti abisinin yanından kadınlığının hakkını vererek. Ayakkabısının topuğunu asfalta, abisini ise puslu anılarda bırakarak karanlığa karıştı. Eteği yıldızlar gibi parlıyordu karanlıkta bir de parfüm kokusu kalmıştı ardında. Gözündeki yaşları silerken “Peki ya Allah beni affeder mi abim” dedi.


kırkayaklar kadın olsaydı :)

26 Mart 2014 Çarşamba

Evetttt bugün de kırkayaklara geldi sıra. Eklembacaklılar familyasına aitler. Kafadanbacaklı olsalardı nasıl olurdu acaba? Kafadan aşağıya ve yanlara saçılmış 40 tane bacak oooo çok ürkütücü! En fazla ayağı olan kırkayak türü 750 ayaklı kırkayak olan  Illacme plenipes imiş. Neyse konumuza dönelim klasik kırkayaklardan bahsedelim biz yine. 750 bacaklı kırkayakların ayakkabı sorunsalı için ciddi bir matematiksel birikim de gerekebilir o nedenle bulaşmadan uzayayayım ben bu konudan :) 

erdil yaşaroğluStandart kırkayaklı böceklerimiz standart bir kadın görüntüsünde ancak yine de 40 ayaklı bir yaratık olsalardı her gün ne ayakkabı giyeceğinin derdinden ölürdü heralde. Vah zavallılar! Biz her gün kıyafete ayakkabı uydurcaz diye helak olurken bunlar kırk tane ayak için düşün dur. Gece 3 sularında çalışmalara başlasalar heralde sabah 7 gibi ancak hazır olurlar. Bir de çok masraflı iş düşünsenize. İnternette ucuz ayakkabı için kampanya vs. oluyor ama aynı numaradan 40 çift nasıl alcaksın ki? Zaten en fazla 10 adet alma hakkı veriyorlar insana. Heralde çok renkli bir kimlik olurlardı. Tek renkle baş edemeyip rengarenk ayakkabılar giyerlerdi ve gökkuşağı gibi ayaklarıyla kaldırımlarda salınırlardı. Fakat aynı zamanda çok da sorunlu olurlardı bence hazırlanmaları giyinmeleri saatler sürerdi ve hepsi evde kalırdı bence. Çünkü hiçbir erkek bu kadar ayakkabası olan bir kadını ve saatlerce hazırlanmalarını da hesaba katacak olursak beklemek istemezdi. Masraf büyük bir kere. Adamın ancak ayakkabıcı olması durumu kurtarabilir diycem ama yok vazgeçtim adam karısına çalışmaktan piyasada iş yapamazdı. 

Düşünsenize bir sabah uyanmışsınız ve tam tamına kırk tane ayağınız var. Sağ tarafa topuklu ayakkabı sol tarafa da düz sandalet giyip hayatın ritmini bozmak ister miydiniz ayakkabılarınızla birlikte? Ayak fetişisti bir erkek bulursanız hayatınız çok keyifli olabilir belki ama onun dışında bir çok erkeğin kabusu olcağınız kesin. 


Yol...

21 Mart 2014 Cuma

yolAynı yolun yolcusu olmak ya da yol ayrımında olmak.. En sevdiğim ise mavi sakalın şarkısındaki gibi "iki yol var demiştin" diye başlar hani. Ne kadar çok yolumuz olsa da içimizde sadece bir tanesinin adı yankılanır. Canının çektiğine, sana o anda cazip gelene, aklının çeldiğine yönelirsin. Mesela yasakların olduğu bir ülkede yaşıyorsanız her türlü yol mübahtır.Yasakları delebilmek için türlü alternatif yollardan en aklına yatanı seçip yoluna devam edebilirsin. İnsanı baskılamaya gör o akıl durduğu yerden hışımla ayağa kalkarak öyle bir çalışmaya başlar ki göstergesi bozulmuş elektrik saati misali fıldır fıldır dönmeye başlar. Yollar,çözümler, yasaklar,baskılar...Vız gelir tırıs gider. İstiklal marşında bile "hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım" demiyor mu Mehmet Akif? Zincirler, tasmalar hiçbir canlıya takılamaz canlı olan bunu tercih etmedikten sonra. Özgürlükler herkes içindir belli kesimler için caiz olup diğerlerine yasak olamaz. Hak hukuk adalet...Onlar artık kitaplarda adı geçen kavramlar ne yazık ki.. Artık zeka ve espri çağı. Mizahla yasakları alt etme çağı. Akıl varsa gerisi bahane.. akıl varsa bir insanda herşey şahane:)

Algı

19 Mart 2014 Çarşamba

algı,rahibeAlgıda seçicilik... En sevdiğim şey. Bence psikologların keşfettiği yararlı fışkılardan biri. Hani böyle birine aşık olursunuz nereye baksanız onun adını görürsünüz ya hah işte o algıda seçicilik oluyor. Mesela daha önceden hiç dikkatinizi çekmeyen bir tabelada kullanılan isim aşık olduğunuz kişinin ismiyse yıllarca önünden geçtiğiniz ve fark etmediğiniz tabela bir anda Las Vegas'taki kumarhanelerin ışıklı tabelası gibi yanıp yanıp sönmeye başlar. Allah allah burda böyle bir şey var mıydı diye düşünürken bulursunuz kendinizi ama beyniniz size tuzak kurmaktadır o sırada. Farkındalığını arttırmaya çalışıyodur kendi yöntemleri ile. Ya da bazen "dervişin fikri neyse zikri de odur" misali kafanızda yoğun bir şekilde dolaşan bir düşünce çok alakasız bir afişte kafiye oluşturur size. Gerçek elbette farklıdır. Dikkatli bakınca görürsünüz ve çok eğlenirsiniz. Artık o anda o cümleyi nasıl uydurduysam diye gülüp geçersiniz. Aslında beyninizde dolaşan düşünceler bir kimliğe bürünüp sizi yanıltıp kandırmaya çalışmıştır az önce. Şaka yapmıştır belki de. Mesela "Örtük Kimlikler Sorunsalı" isimli bir konferansı "Sürtük Kadınlar Sorunsalı" olarak okuyabilirsiniz. Eğer o günlerde bir aldatılma hissiyatına kapılmışsanız daha neler neler çıkar kimbilir. algıda seçicilik... Seç, beğen,al.. Bazen de keyfine uydur :)


Bir Huzursuz Ruhun Düşündükleri

18 Mart 2014 Salı


dans
Üzgünüm size kuşlar ve böceklerin mutlu mesut hikayesini anlatamayacağım için.. Üzgünüm aşık kadınlara çeşitli öneriler verip "bak bu %100 işliyor kesin bilgi" diyerek hayatın tüyosunu veremeyeceğim için. Ya da kalbi kırılmış, terkedilmiş aşıklara giden şahsı geri döndürmek adına binbir taktik verip ardından da "yürü be koçum" diye gazlayamayacağım için. Bunların hiçbirisinden bahsetmiycem ben veya bahsetmiş olsam bile bu sizin düşündüğünüz şekilde olmayacak. Ben hayatla olan derdimi, huzursuz olan ruhumun debelenişlerini dilim döndüğünce bazen mizahi, bazen de derin ve sağlam bir acı sosuyla anlatacağım belki. Yani o gün canım nasıl isterse tıpkı sizin gibi, tıpkı her normal insanın sıradan bir gününde içinden geçenler gibi. 

Huzursuz ruhum diyince aklıma geldi. Mesela bugünlerde Kızılderili görünümlü amcaların meydanlarda dans ederek şarkı söylemeleri ve para kazanmalarına taktım kafayı. Adamları kenara çekip "hey dostum, ne işin var burada, oraları bırakıp buraya neden geldin neden “hinini  hulaaaahlun hlau” şeklinde şarkı söylüyorsun, kendi kültürünü sunarak para kazanabileceğin tek tuhaf insanlar burada İstanbul'da mı yaşıyor?" diye sormak istiyorum. Hakikaten de bir kızılderiliyi (eğer gerçekten öylelerse tabi valla yakından da epey bir benziyorlar)  dünyanın diğer bir ucundan kalkıp buralara getirten güç nedir acaba? Sonuçta ilk kim geldi? Amacı neydi? Ben böyle dünyayı dolaşıp kültürümü yansıtan şarkılar söyleyeceğim, o şarkılardan para kazanacağım diye bir ideal oluşturup kalktı buralara geldi sonra da diğer akrabaları buraya gelip böyle farklı semtlere mi dağıldılar? Burada bu işin tutacağını nasıl bildiler? Mesela sen kalkıp da dünyanın bir ucuna "ben müzik yapıyorum Türk halk müziğini bütün dünya dinlemeli, işte bu bağlamam, bunlar da ezberlediğim türkülerim" diyerek sırtına çantanı vurup bir bilinmezliğe doğru gidiyor musun? Hayır. Belki bir iş amacıyla geldiler burada turmadı ve kendilerini müziğe verdiler ama çıkış noktası nasıl oldu işte bunu çok merak etmekteyim. Ama işin içinde bir yaratıcılık noktası var mesela. Adamlar farklı bir şey ortaya koymuşlar. Gelip de burada Gana’dan gelenler gibi kaçak saat veya parfüm işine girmemişler. Gerçi bence kızılderililer daha onurlu bir halk. En azından bir felsefeleri var. Oturan Boğa’ları, oturan ve sürekli fikir üretip özlü sözler ortaya koyan yaşlıları kafalarını çalıştırmışlar. Şu dünyada yaşananlara bakıp bir felsefe oluşturmuşlar. Bir söz söylemişler mesela anlaman için düşünmen gerekiyor.

Gözlerde yaş yoksa, ruh gökkuşağına sahip olamaz.”

“Dünyada her şey iki adettir. Düşüncelerimiz ikiye ayrılır. İyi ve kötü. İki türlü şey görürüz. Güzel şeyler ve çirkin şeyler. İki elimiz vardır. Sağ el vurur ve kötü işler yapar, sol el kalbe yakın olduğundan iyilik doludur. İki ayağımız vardır, biri bizi yanlış yola götürür, diğeri doğru yola yöneltir. Evet, her şey ikidir…” Letakots Lesa, Pawnee kabilesi

“Bir başkasının kabahati hakkında konuşmadan önce daima kendi çarığının içine bak.” Sauk Boyu

“İnsan tabiattan uzaklaştıkça kalbi katılaşır.”

Söyledikleri her söz yüzyıllar öncesinden günümüzün insanlığına bir uyarı gibi. Sanki gelecekte insanların doğaya zarar vereceğini de, insanlıklarından uzaklaşacaklarını da , iyi ile kötünün her zaman çatışacağını hep görmüşler bir ateşin etrafında toplanıp düşünüp felsefeler üretmişler.

Adamlar doğadaki herşeye değer vermişler. Ağaçlar kutsal, avlanırken bir hayvan vuracaklarsa en güçsüz hayvanı seç ki diğer güçlü olanlar soyun devamını sağlayacak olanlar mantığıyla avlanıyorlar. Aslında doğadaki her şeye karşı sevgi dolular. Kültürlerini incelediğinizde son derece naif insanlar olduklarını anlıyorsunuz. Vahşi diye adledildiler ancak asıl vahşi olan onların elinden topraklarını almaya çalışan aç gözlü insanlardı. Ne yazık ki insanoğlu hep doyumsuz hep daha fazlasına sahip olmak isteyen ilkel benliğine çoğu zaman yenik düşen bir varlık. Beyaz insanların bu doyumsuzluğu onları kendi topraklarından edince soyları da azalmaya başladı. Böylesi güzel bir kültür de tarih içinde eriyip kayboldu.

Mesela bizler izlediğimiz filmlerden onları vahşi bir ırk olarak görüyoruz ama Kristof Kolomb onları çok farklı anlatmış. Kolomb’un günlüğünde Kızılderililer ilgili şu ifadeler görülmüş:

“Onlara kılıçlarımızı gösterdik. Keskin demir silahları ilk kez gördükleri belli. Kesmenin ne demek olduğunu bilmediklerinden, bazıları kılıçların keskin tarafını tutunca ellerini kestiler. Bu insanlar ne herhangi bir mezhebe bağlılar ne de puta tapıyorlar. Kötülüğü tanımıyorlar, birbirlerini öldürmüyorlar. Hiç silahları yok... Son derece sade, dürüst eli açık insanlar. Herhangi birinden sahip olduğu herhangi bir şey istenince hemen veriyorlar. Kötülüğün ne olduğunu hiç bilmiyorlar, çalmıyorlar öldürmüyorlar. Dünyada onlar kadar tatlı dilli insanlar yoktur. Her zaman gülüyorlar..."_"Bu insanlar yeryüzünün melekleridir" (Kolomb'un günlüğünden) Piskopos Bartelemeo: "Onlar İsa kadar Aziz ve dürüst insanlardır" demişti. Bunları araştırıp biraz okuyunca  insan bir halk için oturup üzülmeye başlıyor. Dünyadaki bütün saflıkları, güzel olan şeyleri sömüren, kemiren, tüketen canlılarız. Teknoloji geliştikçe daha mı duygusuzlaşıyoruz daha mı vicdansız insanlar oluyoruz bilmiyorum. O zamanlarda bile insanlar kendileri gibi olmayanları yok etmeye çalışmış. Nedense farklı renklerle birlikte benetton renkleri gibi harmanlanıp kardeşçe yaşamayı beceremiyoruz.

Meydanda dans eden kızılderililerden nerelere geldim.  Bir şeyin görünen yüzünün arkasında nasıl bir geçmiş olduğu her zaman ilgimi çekmiştir. Sanırım ondan bu denli araştırdım kızılderilileri. Bu araştırma sırasında rastladığım şu ifade de sanırım onları bizim meydanlarda dans ettiren güdünün kaynağı olsa gerek.

kızılderili dans“Bütün Kızılderililer her yerde durmadan dans etmelidir. Önümüzdeki ilkyaz Yüce Ruh gelecek. Bütün av hayvanlarını geri getirecek. Avdan geçilmeyecek bu topraklarda. Bütün ölü Kızılderililer geri gelecek ve yeniden yaşayacaklar.”  (Wovoka Boyu)

Daha fazla bilgi için tıklayın 
wikipedia.org
Okumak isterseniz.. 
Türkler ve Kızılderililer

merhaba

17 Mart 2014 Pazartesi

yalnız adam"Merhaba" dedi yine her sabahki gibi. "Hoşgeldiniz" dedi soğuk ama içten sesiyle kadın. Artık bu selamlaşma günlük bir rutin haline gelmişti. Her gün kadını ziyaret etmezse günü mutsuzluk içinde tükenip gidiyordu. Yüzü, dudaklarının kıvrımı, gözlerinin parlak veya donuk bakışı, ellerinin sert veya yumuşak olması, cildinin sivilce izlerinden biraz pütürlü görünmesi, dişlerinin çıkıntısı veya kaşlarının bir kalem gibi incecik olması hiç biri umrunda değildi. O sesine hayrandı. Böyle su gibi çağlayan bir sesi olan kadının karakteri de besbelli ki yumuşacıktı. Çok iyi anlaşacaklarına emindi keşke o ilk adımı atabilecek cesarete sahip olabilseydi. 

O sabah yine müptelası olduğu sese kavuşmak ümidiyle evden çıktı, delicesine bir yağmur yağıyordu. Sanki gökyüzü birşeye çok sinirlenmişte öfkesini yeryüzünün aciz insanlarından çıkarmaya çalışıyor gibiydi. Ne kadar çok ıslatırsam o kadar fazla intikam alabilirim derdindeydi. Yollar çamur içinde, üzerindeki montu sünger gibi bütün yağmuru emmiş ve sıtma olmuş gibi titremeye başlamıştı. Sabah evden çıkarken güneş vardı birden ne olmuştu böyle allasen? Geri dönmek için artık çok geçti, hedefine doğru ilerlemeye devam etti. Bu sabah da merhabalaşacaklardı. Bundan daha güzel ne olabilirdi ki?  Ama olmadı...
Eve döndüğünde alt üst olmuş durumdaydı. Hayalkırıklığına uğramış, boşuna ıslanmış,boşuna o kadar zahmet çekmişti. Çünkü bugün sesin sahibi olan o güzel kadına ulaşamamıştı. Yerinde yoktu. Ya başına bir şey gelmişse endişesi kapladı içini birden. Hem de ne kaplama sanki ağın altındaki tüm hareket kasları tutulmuş gibiydi. Kolunu kaldıracak takati kalmamıştı. Oturduğu yerde kalakaldı. Yıllardır bu evde yalnızdı. Hiç kimseye de ihtiyaç duymamıştı açıkçası. Bu akşam böyle kıpırdamadan kalınca korktu birden, belki  de yanında bir ses bir nefes olmalıydı artık. Yıllar geçmişti yalnızdı. Yer yer örümcek bağlayan tavan altları gibi burda böyle kendi kendine dolanıp kalmıştı. "Ah Nezaket Hanım" dedi içinden. Gözleri yaşların hücumuna uğradı. "Erken bırakıp gittin beni, eşyaların hala yerli yerinde bak, ben de aynı koltukta oturuyorum hala bir tek sen eksiksin, bir de pıtı pıtı yürüyen terliklerin" dedi. 

Koltuğa yığılıp kalmasının üstünden kaç saat geçmişti hatırlamıyordu. Değişen bir şey var mıydı pek sayılmazdı. Hala isteksiz, hala mutsuz, hala duyguları bozuktu. Evet bir makinenin bozulması gibi çalışmıyordu duyguları nötrdü herşeye karşı. Dışarda hala yağmakta olan -belli ki intikamını henüz alamamış-  gökyüzü mücadelesine devam ediyordu. Gözünü tekrar açtığında yağmur dinmiş, güneş parlamaya başlamıştı. Kalktı, giyindi, traş oldu. Uyuşan kasları çözülmüştü güneşi görünce. Tekrar umutla yola koyuldu. "Bugün büyük gün" dedi içinden. Bugün mutlaka adını öğrenecekti. Koskoca adamdı ne vardı bu kadar çekinecek sanki? Samimi olup, içinden geçenleri ifade edebilirdi. Yalnız sadece merhabalaşmışlardı. Bundan öteye gitmeyen bir sohbette ismini nasıl öğrenecek, onu nasıl bir yere davet edecekti ki? Bunu yolda düşünmeye karar vererek yürümeye devam etti. Öyle mi böyle mi yapsam diye yol boyunca sürekli düşündü. Mantığından gelen sesler ile kalbinden geçenler birbirine tuzak kurup düşüncelerini sabote ettiler. Birinin söylediği diğerine uymuyordu. Birinin istediğini diğeri önemsemiyordu. Kafasının üstünde sinekler uçuşuyormuş gibi elinin tersiyle onları kovaladı. Karşısına geldiğinde içinden ne geçerse onu söylemeye karar verdi. 

"Merhaba" dedi. "Merhaba" diye cevap verdi yine kadın. Yere doğru çökerek yüzüne bakmadan onu ne kadar özlediğinden bahsetti. Yüzüne bakacak cesareti yoktu o zaman konuşamayıp kitlenmekten korkuyordu.Sadece onu görebilmek için her sabah evden çıkıp buraya geldiğini, o sesin kendisine her gün uyandığında yaşama sevinci verdiğini, onu tanıdıktan sonra artık ilaçlarını bile almaya gerek kalmayacak kadar iyi olduğunu, dün sesini duyamadığında sonsuzluk kadar derinden yokluğunu hissettiğini, yalnız yaşayan bir adam olduğunu, yıllardır da hayatında bir değişiklik olmadığını, eğer isterse oturup bir yerde yüz yüze konuşabileceklerini anlattı. Kadın hiç cevap vermedi. Adam oturduğu yerde kalakaldı. Saatlerce anlattı nefesi kesilene kadar. Sadece konuştu o sesle, o merhabayla, o kadınla. Konuştu konuşmadığı yılların acısını çıkartırcasına. Anlattı içindeki tüm birikmiş, yosun tutmuş, keçeleşmiş, körlermiş anılarını, anlattı da anlattı aslında nasıldı yalnız ve sessiz yaşamı. 
ıssızlık
Gece sokağı temizleyen görevliler buldular İhsan amcayı. Her gün bankamatikteki otomatik sese "merhaba" diyerek hayata tutunan bedeni, hayalinde yarattığı zarif hanımefendiyi orada yalnız bırakarak derin uykuya geçmişti. Dudağında mutlu bir gülümseme ile buz kesmişti ama yalnız değildi artık emindi. 

küller

"Gönül penceresinden ansızın bakıp geçtin, bir yangının külünü yeniden yakıp geçtin" ... en sevdiğim şarkılardandır. Bu kadar yalın sözcüklerle bu kadar derin bir acıyı ifade edebilmesine hayran olmamak ne mümkün?
Hepimiz için benzer değil midir? Zamanında hayatınızın merkezine almış olduğunuz her kim varsa üzerinden unutmaya dair yeterince zaman geçmiş olsa bile, karşınıza çıktığında film şeridinden daha hızlı bir akışla geçmez mi gözlerinizin önünden o günler? O günkü neşeniz ya da öfkeniz, sevinciniz, sevginiz birbirine karışıp kalbinizi sarmaşıklar gibi sarıp sarmalaz mı? Sadece bir an yeter de artar bile. Gönül penceresinin camı bir kez aralandı mı kuvvetli rüzgarlarla fırtınalarla gelen anılar, acılar üşüterek bedeninizi  küllenmiş olan yangını yeniden alevlere bürür. Rüzgarı gören ateş sönmez ki zaten daha da şiddetlenir. Küçük bir kıvılcımı yangınlara dönüştüren rüzgardır, film rulosunu takıp şeridi ön gösterimle sunan da pencereyi tıklatan..
Ansızın bakıp geçme, yangınları alevlendirme, bırak küller kalsın yangının bittiği yerde... Sönmüş ateş yeniden yansa bile ürkek alevler saçar, cayır cayır yanamaz. İçi geçmiş korlara boşuna rüzgar üfleme. 

UTANÇ!

13 Mart 2014 Perşembe

Bugünlerde utanıyor insan babaların yüzüne bakmaya.. Utanıyor dediğime bakmayın hala utanamayanlar var onlar konumuz değil ama.. Bir baba çıkıyor ekranlara ve insanlık dersi veriyor hepimize, herkese. Bütün o sert söylemlere o kadar naif bir şekilde karşı duruyor ki boğazınızdaki yumrular büyümeye devam ediyor o konuşurken. Öyle temiz bir yüzü var ki insan yanına gidip "üzülme Sami baba herkes günü gelince hesabını verecek ya bu dünyada ya da öteki dünyada" diyip sarılmak istiyor ellerine. Babalar gününde elinden alınmış tek erkek evladı. Bu baba artık sofraya oturduğunda nasıl bir lokma ekmek yiyebilecek açıklayabilen varsa buyursun anlatsın. Boğazımızda düğümlenen yumruları havale ettik Allah'a, kalmasın zalimin zulmü yanlarına diye. Sanırım yine bir yerde yanlış yaptık biz yine ağlıyor bugün bir baba, yine aynı yerde üstelik Okmeydanı'nda! Kelimeler kifayetsiz, bu acıları tanımlayabilecek sözcük geliştirmemişler zamanında. Tesellisi olmayan acılar yaşanıyor, teselli edemiyoruz içimiz daha çok yanıyor. Sol tarafında kalbi olan herkes buruk, herkes yetim, herkes düğüm düğüm. Sol tarafında kalbi olduğunu unutanlar ise .... Neyse boşver adlarını anmaya değmez zaten!

dur durak demeden...

12 Mart 2014 Çarşamba

çocuk oyunları
Öyle bir öfkeydi ki içlerindeki dur durak bilmedi. Ağaca, yeşile, sevgiye, insanlığa, var olmaya, özgürlüğe, mutluluğa, insan haklarına, çocuklara, büyüklere, gençlere, evlilere, bekarlara, kendi gibi olmayan, kendinden olmayan herkese ve herşeye o kadar düşmandı ki duramadı. Yolun sonuna doğru gelse bile orasının son durak olduğunu anlayamayacak kadar kör, sağırdı ama asla dilsiz değildi. Söylediği her kelime yılan gibi zehir akıtıyordu insanların içine. "Yapma, etme, kıyma" dediler sanki duvara söylediler. "O daha çocuk çok masum" dediler, kayaya tosladılar. "Sen büyüksün büyük düşün" dediler, küçüldü küçüldüğünü bilmeden. Oysa çocukluğunu hiç yaşamamış, baskılanmış, sevilmemiş bir insan nasıl bilsin çocukları sevmeyi? Hep kahverengiyle çevrelenmişse etrafı nasıl bilsin yeşili sevmeyi? Güç gözünü sarhoş ettikçe nasıl görebilirsin çıplak gerçeği? Göremezsin, bilemezsin, bilmek istemezsin. Aslında o kadar masumaneydi ki niyetimiz sadece gölgesinde yaşlanacağımız ağaçlar istedik, sonbaharda kurumuş yapraklara basmayı, yağmurdan sonra toprak kokusu duymayı istedik. 
çocuklarÇocuklar uçurtmalarını uçursunlar, uçurtmaları tellere takılmasın istedik. Çocuklar çocukça yaşasınlar, büyüklerin oyunlarına alet olmasınlar istedik. Biz sadece çoluk çocuk mutlu ve özgür olmak istedik. 

Bugün günlerden Berkin..

11 Mart 2014 Salı

Onun talihsizliği yanlış zamanda yanlış yerde olmaktı.. Onun talihsizliği böyle gaddarca düşmana saldırır gibi saldıran güvenlik güçlerinin ortasında kalakalmaktı.. Onun suçu kara kaşlı kara gözlü olmasıydı.. Onun suçu yoktu ki aslında. Günahsızdı, başkalarının katran karası günahlarının bedelini ona yüklediler. Sadece ekmek alıp evine gitmekti derdi. Ağaçlarını korumak isteyen abi-ablalara delice öfkelelen polisler savaşçılık oynuyordu dışarıda. Burası onun yaşadığı yerdi, bir bilgisayar oyunu içinde değildik ki neden sis bombaları gaz bombaları her yerdeydi? O sadece körpecik bir fidandı üstünde patlayıcı madde vardı derken kimsenin vicdanı sızlamadı mı? 

Korkunuz mu yaptırdı size bunları, içinize insanlığınızı kemiren bir virüs mü kaçtı? Sizin de çocuklarınız var üzerine titrediğiniz, gözünüz gibi bakıp, koruyup kolladığınız. Kılına zarar gelse dünyaları ayağa kaldırıp ateşe atacağınız. Güvenlik güçleri korumalıdır çocukları, ateş hattından çekip evine göndermelidir. Güvenlik güçleri çocukları öldürürse nasıl canımızı korusunlar diye onlara güveneceğiz? Unutmasın kimse Berkin'in adını, kömür karası gözlerini, kaşlarını, saçlarını. Unutmasın o masum yüzün sönen gülüşünün ardında kalan umutları, hayalleri, oynayamadığı oyunları, aşık olamadığı kızları... Unutmasınlar bir anne babanın içinde cayır cayır yanan acıyı...

Allah rahatlık versin diyerek yatırırdı anneler çocuklarını, bakkala giderken rahatlığı elinden  alındı. O sabah nasıl uyanmıştı? O gün neler yapacaktı? Neler konuşmuşlardı o sabah evde? Bu olaylarla hiç ilgisi bile yoktu belli ki. Onu ilgilendirmiyordu bile tek derdi eve geldiğinde oynayacağı oyun ya da okuyacağı bir kitaptı belki de ... O çocukla birlikte eridi gitti hepimizin çocukluk anıları, çocuklar masumdu hala ama hiç çocuk olmayan amcalar kesmişti toplarını, umutlarını, oyunlarını. 

Bu acıyı anlayabilmek için çocuğumuzun olmasına gerek yok.. Bu acı çalınan bir hayatın acısı.. Bu acı yeşeremeden kuruyan bir gençliğin acısı...Bu acı çok acı...

Hakkari'de dört mevsim

10 Mart 2014 Pazartesi

cudi dağı1984-86 yılları arası babamın görevi nedeniyle gittik Hakkari'ye. 8 yaşındaydım ve Türkiye sınırları içerisinde böyle bir yer varmış da haberim yokmuş benim. Çocukluğum zaten arkadaşsız, oyunsuz, yalnız yalnız geçerken bir de Hakkari çıkmıştı başımıza. Annem "en yakın arkadaşım" sürekli ağlıyordu tabi ben de onunla beraber. Bursa'da yaşıyorduk ama tüm akrabalarımız İstanbul'daydı. Şimdi bir de Hakkari-Yüksekova eklendi bunlara. Hadi bakalım yeni ama hiç hoşnut olunmayan bir macera. Eşyalarımızın yüklendiği kamyon bizden 15 gün önce çıktı yola. Babam da bizden önce gitmişti. Biz İstanbul'da yaz tatilini geçirip, yanımıza anneannemi de alarak çıktık yola. Van Gölü seyahatle 28 saatlik yolculuğumuz başladı böylece. O zamanlar otobüste sigara da içiliyordu ve dumanaltı bir otobüste , ağlayan çocuklar, askere giden gençlerle beraber yola koyulduk. En uzun otobüs yolculuğum 6 saat sürmüştü benim, 28 saat nasıl geçecekti ki? Gece uyumayıp ağlayan çocuklar, ayaklarını bottan çıkartıp ayaklara özgürlük tadında otobüsün içine yayılan 10 saatlik kokuşmuşluğun etrafa yaydığı ayak kokuları ve sigara dumanı altında uyumaya çalışan ben. Annem uyumuyordu, biliyorum. Uzun yolculuğumuz boyunca ben mola verilen yerlerde "aaaa Elazığ'ı da gördük", " aaaaa burası Sivas'mış ama içi değilmiş Gürün'müş" diye gördüğüm şehirleri saymaya başladım. Bu yaşta bir sürü şehir görmüş olcaktım ohh şimdiden 12 etti bile diye eğlenmeye başladım. Her molada tuvaletim geliyordu ve şu an bir insana burası tuvalet diye göstersen topuklayarak kaça

cakları sadece delikten ve etrafı 4 eğreti duvarla çevrilmiş olan yerlere ben girip tuvaletimi yapıyordum. Yemek yemek için girdiğimiz lokantalar bildiğin kamyoncu lokantaları olup, gece yarısı 2 kadın ve 1 çocuk için çok uygun olmasa da midemizi bozmadan kendimizi kurtarabileceğimiz şeyler yiyerek kalan saatlerimizi tamamlamak üzere otobüse bindik. Van'a nihayet ulaştığımızda maceramız henüz bitmemişti. Babam bizi karşıladı ve 4 saat daha gideceğimiz Hakkari otobüsündeki yerlerimizi aldık. Yüksekova'ya geldiğimizde hava kararmıştı. Ürkütücü bir yer gibiydi. Evimize geldik.



Apartmanda oturacaktık üstelik kaloriferlerimiz de vardı!!! (Bursa'da bahçeli bir evde oturuyorduk tuvalet, banyo ve mutfak hepsi dışarıdaydı, Yüksekova'ya gidene kadar hiç apartman dairesinde yaşamamıştım) Evi görünce bir mutlu olduk sanki.
En azından lojman vardı, buradaki herkes bizim gibiydi başka başka yerlerden buraya gelmişlerdi. Toprak evlerde yaşamayacaktık. Apartmandaydık.

Günler geçti ve biz evimize yerleştik. Beğenmediğimiz Yüksekova bizi şaşırtmaya devam ediyordu,evimizin karşısında lise bile vardı. Apartmanın karşısında İran'dan başlayıp buradan geçerek yoluna devam eden Zap suyu akıyordu. Hatta türküsü bile vardı "Zap suyu derin akar Oy Sinem Mi Sinem Mi".. diye başlardı. Üstünde minik bir köprü, ötesinde yeşil ağaçlı bir yol. Sabahları dere kenarında otlayan koyunlar...


Sat gölü varmış Hakkari'de dağların arasında kalmış küçük bir gölmüş. Dört mevsim yaşanırmış etrafında hem de aynı anda. Efsane gibi gelirdi, inanamazdım. Görmeyi çok istedim ama o dönemde yeni yeni başlayan terörün yuvalarından biriymiş o bölge. Yasaklıymış,izin yokmuş oraya gitmeye, tehlikeliymiş.




Okullar açıldı ve ben 2 katlı minik okulumdaki yerimi aldım. Kış burda erken geliyordu ve Ekim ayında düşen mevsimin ilk karı Nisan ayına kadar yerden kalkmayacaktı bunu ilerleyen günlerde öğrenecektim. Greyderler yolu açmasa benim gömüleceğim kadar yüksekti yağan karlar. Hava -20'lerde falandı ama hiç soğuk değildi. Halbuki dondurucu bir soğuk olmalıydı. Havası kuruymuş buranın, ondan soğuğu hissetmiyormuşuz.

Okulum...Öğretmenim Giresun'dan gelmişti. Adı Lütfiye'ydi. Ne tuhaf, sınıf arkadaşlarımın şiveli konuşması lazımdı ama ben hiç o şiveleri hatırlamıyorum şimdi. Hepsi akıcı bir Türkçe konuşuyordu sanki benim gibiydi Türkçeleri. Arkadaşlarımla hangi oyunları oynadık, en çok kiminle samimiydim, en çok kimi sevmiştim hatırlamıyorum. Çocukluğuma dair anılarım net değil benim. Hiçbir yerde anılarım kök salacak kadar uzun yaşamadım ben. İp atlamadım sokaklarda onun yerine evde beş taş oynadım annemle. Örgü örmeyi öğrendim çocukken, bebeklerime kazaklar ördüm üşümesinler Hakkari'de diye. Annem terziydi benim, beraber kıyafetler diktik giydirdik bebeklerimi rengarenk. O nedenle çocukluk arkadaşların kimlerdi diye sorsalar verecek cevabım yok benim. Bir annem var bir de kıyafet diktiğim bebeklerim. Hatta çocukluğum var mı acaba benim?

Okul diyordum. Asya, Bineyvş,Tekin abi, Sadi...Belediye reisinin kızı da bizim sınıftaydı. Sarışın, yeşil gözlü güzel ama soğukça bir kızdı. Buldan ailesindendi. Şimdi mecliste sıkça ismini duyuyoruz hani. "Kaç kardeşsiniz" diye sormuştu bir gün öğretmenim, "sayılamayacak kadar çok" demişti. Ben tek çocuktum, sayılamayacak kadar çok çocuk nasıl oluyordu ki? Meğer babasının 3 tane karısı varmış, 3 katlı bir apartmanları ve her katında bir karısı yaşarmış adamın. Haftanın belli günleri o evlerde sırayla kalırmış reis bey. Bu kızcağız da 27 kardeşmiş -ki muhtemelen sınıfta 27 kişi bile değildik biz.

Bineyvş tam bir kürt kızıydı.Bineyvş kürtçede menekşe demekmiş. Doğru düzgün Türkçe bilmezdi. Saçları taranmamış gibi 2 örgülü, ucunda toka yerine lastik bağlıydı. Kulağındaki deliklere ip geçirilmişti küpe yerine, bitlenirim korkusuyla çok yanaşamazdım yanına. Şimdiki aklım olsa evlerine giderdim, onu okula gönderen anne- babayı tanımak için.



Tekin abi...14 yaşında bir abi bizler 9 yaşındayız daha. Geç kaydetmişler nüfusa, ara da vermiş okul hayatına belki çalıştı o aralıkta kimbilir. 14 yaşında bir ergendi, 3. sınıftaydı ve gerçekten bir abiydi. Herkese iyi davranırdı, yanık yüzünde çiller vardı belli ki yazları hep dışarıda çalışmaktaydı.

Sadi'ye gelince.. Aşıktı bana. Düşününce garip geliyor şimdi, orada onun kendi halindeki hayatının içine İstanbul'dan (ya da Bursa'dan) gelmiş bir kız çocuğu sınıfına geliyor. Ordaki diğer kızlardan farklı, değişik biri. Beni kızdırmak en büyük keyifti Sadi için. Yıllar sonra öğrendim ki hoşlandığını belli edemeyen kişiler böyle tam aksi şekilde davranarak, karşısındakini kızdırarak duygularını belli etmemeye çalışırmış. O da böyle sakladı belki içindekileri, bir yerde de açık vermiş olmalı ki şimdi hatıralarımda bana aşık Sadi olarak kalması ondan. Baş parmağının yanında küçük bir parmak daha vardı, 6 parmak desem değil, 5 hiç değil. 5,5 parmaklıydı Sadi. O parmak çok ürkütürdü beni.

Asya.. Upuzun siyah saçlarını tek bir örgü yapardı tepeden. Kalçalarına kadar inerdi saçları. İsmi de ne güzeldi Asya.. Selvi boylum al yazmalımdaki gibi. Onunla da mektuplaştık bir süre. Benden sonra bir kardeşi daha olmuş beni çok sevdikleri için adımı vermişler ona da.Ben ordan taşınıp gittim ama ismimle yaşayan bir kız çocuğu hala orada, belki huyu da bana benziyordur kimbilir?

Okul çıkışlarında uçkun alırdık orada gördüğüm bir yiyecekti.
Pırasaya benzerdi ama tadı ekşimsi, buruk bi şeydi, meyve desen meyve değil, sebze desen hiç değil. Okul çıkışlarında alırdık çocuklarla ve ben her yediğimde eve gelip hastalanırdım, kusardım bütün yediğim uçkunları. Annem de kızardı "yine mi o uçkunlardan yedin sen" diye. Ama tadı güzeldi napiyim. Yıllar sonra merak edip araştırdığımda Doğu Anadolu'da yüksek yerlerde yetişen bir dağ bitkisi olduğunu ve birçok hastalığa iyi gelen şifalı bir yanı olduğunu öğrendim. Demek ki o nedenle bir daha o yiyeceği görememişim. Hakkari'ye özgüymüş o yediğim uçkunlar da, kusmalar da.

Ve Lütfiye öğretmenim... Benim tek çocuk olduğuma inanmayıp evimize kadar gelmişti. Tanıdığı tek çocuklardan farklıymışım, çok terbiyeli ve kendi halindeymişim. Oysa benim şımaracak kadar sosyal bir hayatım olmamıştı Lütfiye öğretmenim. Bunu büyüdüğümde anladım.Annemdi en yakın arkadaşım ve o bir yetişkindi. Çocukça şımarıklıkları öğrenemedim evde tek başına evcilik oynarken.

Öğretmenim diyordum evimize geldi ama ben nasıl şaşkın ve mutluyum. Ne önemli bir andı benim için. Öğretmenler sanatçı gibi birşeydi benim gözümde. Ders dışında onlarla vakit geçirilmezdi. Birbirimizi severdik ama hepsi ders içerisinde kalırdı sanki. Okulda işleri bitince kendi dünyalarına çekilen varlıklardı. Ama şimdi öğretmenim evimizdeydi. Yanımdaydı. Benim oturduğum koltukta oturuyordu. Ne konuştuk hatırlamıyorum. Sadece o akşam çok mutluydum onu biliyorum. Bir gün ben de gittim onun evine. Beni okul çıkışında kendi yaşadığı yere davet etti, o da öğretmenlerin lojmanında yaşıyordu. Şimdi de bir öğretmenimin evini, yaşantısını görecektim. Bu bir rüya olmalıydı evet evet. Beni merak etmesinler diye babama haber yolladık, tuttum elinden öğretmenimin gittim evine. Birlikte yemek yedik, muhtemelen yumurtaydı yediğimiz. Keşke nelerden konuştuğumuzu hatırlayabilsem şimdi. Ah be hafızam onca gereksiz şeyi saklarsın derinlerde bir yerde ama önemli ayrıntılara gelince duruveriyorsun pilleri zamansız biten saatler gibi. Yine de eminim ki çok güzel şeylerden bahsettik. Oradan ayrıldıktan sonra da mektuplaşmaya devam ettik yıllarca. Hatta düğün davetiyesini bile göndermişti, sonrasında ben mi hayırsızlık yaptım yoksa o evlenince adresi değişti de ondan mı ulaşamadım bilmem ama koptuk. Çok aradım, çok soruşturdum ama bulamadım. Kendisi de anılarımın içine gömülmüştü,sanki hiç var olmamış gibi.Elimden tutup evine götürmemiş gibi. Şu an ondan bahsettiğimi hiç tahmin eder mi?

Bir gün babamın dayısının oğlu geldi evimize, Çukurca'da askerdi (İran sınırında en kötü yerlerden birinde) birkaç gün bizde kalacaktı. Edip Akbayram kasetleri vardı yanında.Sürekli Edip Akbayram dinledik, hasretimizden yandı gönlümüz, İstanbul'u andık birlikte.

Babam avcılığa merak saldı orada :) Bir gece bir kaç arkadaşıyla birlikte dağlara doğru gittiler neymiş tilki avlayacaklarmış. Allahtan o zamanlar terör çok başlamamıştı yoksa bunlar avlanacaklardı tilki yerine. Neyse gece geç saatte geldiler ben uykudayken o nedenle av sonucunu bilmiyordum. Ertesi gün kapı çaldı bir memur elinde bir adet tilki postuyla kapımızda annem tabi şokta. Babam göndermiş balkona koysun annem diye. Annem "ayy ayy ben buna elleyemem siz geçin götürün balkona" dedi adama. Akşam babam eve gelince annem "deli misin sen nesin ya benim böyle şeylerden korktuğumu bilmiyor musun da yolluyosun tilkiyi eve" diye kükredi babama. Babam da "ne güzel işte sana kürk gönderdim beğendiremedim" diye dalga geçti. O zaman da tuhaftı bizimkiler şimdi de hala öyleler.

Bir gün de babamlar dereden balık avlamışlar. (Babam da amma maceraperest adammış!) Akşam geldi elinde balıklarla. Tabi Hakkari'desin balık büyük nimet aslında düşününce. Yerli halkın kasaptan inek butlarını alıp sırtlarında taşıyarak evlerine götürüp yanına yaptıkları bulgur pilavı ile beslendiklerini düşününce balık yiycektik işte daha ötesi var mıydı? İnek budu demişken aklıma geldi bir gün annemle çarşı içinde bir hal var vardı oraya sebze aramaya gittik. Sebze de yok tabi çok fazla bölgede. Annemin canı pırasa istemiş soruyor adamlara var mı diye. Adamın biri anneme "yenge napcan pırasayı yiycen mi? Biz burada onu hayvanlara veriyoruz arama bulamazsın" dedi. Adam bize hakaret mi etti iyilik mi bilemedik. Döndük kös kös evimize. Neyse balıklar diyordum. Aklı selim babacığım etrafındaki arkadaşların da gazına gelerek balığın içinden yumurtalarını çıkarmış havyar niyetine çok besleyici diyerek yedirdi bize. En çok da bana yedirdi. Neden? Çocuğum çünkü ve iyi beslenmem lazım. Bütün gece kustum artık içimde kusacak birşey kalmayana kadar kustum. Babamın besleyici havyarları! zehirlemişti beni. Daha ileri bir vaka olsam hastanede yok yakında o derece sakat aslında orada hastalanmak.

Sayılı zaman çabuk tükendi ve iki yıllık maceramız sona erdi. İstanbul'a taşınıyorduk. Bu kez ağlayarak ayrıldığım öğretmenimdi. Zaten bir yerde en fazla iki yıl kalmıştık orası da Hakkari olmuştu. Diğer okullarımın ve öğretmenlerimin anısı yer etmemişti zihnimde, sınıf arkadaşlarım da birer ayrık otuydu sanki orada olsalar da benden çok uzakta.


O günlerin üzerinden yaklaşık 28 sene geçti. Haberlerde ne zaman Hakkari deseler tanıdık bir şey görebilme ümidiyle tarar gözlerim ekranı belki aynı kalan bir şey vardır, belki ben orayı hatırlıyorumdur diye. Ne yazık ki çok değişmiş,yüksek binaların esareti altında kalmış Yüksekova.






Sadi.. Yıllar sonra facebookta buldu beni. Konuştuk o günlerden geriye kalanlardan. Onun hatıraları taptaze sanki ben geçen yıl ordaymışım gibi, benim zihnim bulanık, sislerin altında kalmış Hakkari. Evli ve çocukları var, karısı İranlıymış. Arada İstanbul'a geliyor görüşmek istiyor benimle ama yapamıyorum.Benim anılarımın üstünü İstanbul örttü Sadi diyemiyorum.Geçen gün bir fotoğrafıma yorum yapmış yine "gülüşün aynı çocukluğundaki gibi güzel" demiş. Ben hatırlamıyorum çocukluk gülümsemi, onunsa belleğinde hala canlı. Hayatımdaki hiçbir arkadaşım, sevgilim o günlerdeki gülümseyişimi bilmiyor. Sadece Sadi hatırlıyor o gülümsemeyi bir de Hakkari.