KARADELİK AŞK

29 Mayıs 2014 Perşembe


girdap
Sen hiç hayata kafa attın mı? Kafa tuttun mu? Aslında hayata değil hayatının içindeki bir kesite daldığın, kafa attığın, sövdüğün olmadı mı hiç? Kafan güzel oldu mu hiç ama dibine kadar? Bir de o zaman denesene kafa atmayı? Başın dönerek, sersemleyerek, geçip gitmesine izin vererek, yolundan çekilerek, tam çekilmişken vazgeçip yok ben bunun ağzını yüzünü dağıtcam duygusuyla gidip sert bir kafa çakarak! Beyninin yerini değiştirecek kadar sert, duygular ile düşüncelerin yer değiştirip, kolkola durup senin gerçekliğini bozarcasına, içindeki nefreti lav misali püskürtüp, kaygan, akışkan ve  yakıcılıktan da sıcak bir deniz yaratmak, ortasına kafa attığın kişiyi koymak ve sonra seyreylemek. Yavaş yavaş yansın ama lavın içinde. Tadını çıkara çıkara. Acele etmeden. Bir zamanlar olmayan ateşler ile yakmıştı o da senin içini. Hayatını suyun altında nefessiz kalmışcasına yaşatmadı mı sana? Sanki biri kafandan bastırmış da sen orda hayatta kalabilmek için çırpınıp duruyorsun ama bir türlü yüzeye çıkamıyorsun. Çıksan orası güneşli, çıksan bol oksijen var, çıksan kendinden kurtulup özgürleşecek bedenin esareti. O bastıran eli alıp bileğinden ters bükmeli. Kırmalı kolunu çat diye belki de. Sen kimsin be demeli? Beni de bir anne doğurdu senin gibi. O incinmesini ister mi bir serseri tarafından canı yakılsın kızının ister mi? İstemez tabi ki. Dedin değil mi bunu istemez tabi ki dedin. O zaman sen kim oluyorsun da canımı böylesine yakıyorsun be adam demezler mi sana? derler. Eee o zaman sonuç? Kimsin, nesin, nerden gelip nereye giderken yoluma çıkıp yörüngemi tersine çevirdin.  Ben kendi ekseni etrafında debelene debelene dönmeye çalışıyordum. Çalışıyordum çünkü henüz bunu yapabilecek güce sahip değildim. Çabalıyordum çünkü seni tanımıyordum. Seni tanıdım ve o anda yörüngem şaştı. Uydum yer değiştirdi. Dünyanın merkezi benken karadelik oluverdi. Karadeliğin içine çekildikçe çekildim. Belime ip bağlamayı unutmuşum yoksa o deliğin içinde bu denli sürüklenmezdim. Sürüklendim. Sen sürükledin. Oraya gidiyor-muş gibi yaptın beni attın kendin çıktın gittin. Yaktın ama yanmadın. Kırdın ama kırılmadın. Ağladın ama hissetmedin. Sev-miş gibi yaptın ama sev-me-din. Duymuş gibi yaptın her söylediğimi aslında sağır bir duvarmış yakındığım. Görmüş gibi yaptın. Ben gözünün önündeydim baktığın yönde boşluk vardı. Boşluğa baktın boşluk oldum. Boşluğa baktın beni karanlığa sürükledin. Aşk bir karadelikmiş kendi ellerinle ittin. Kendin gelmedin. Meğer sen böyle herkesi ellerinle atarmışsın o deliklere. Sonra seyre dalarmışsın yarattığın tahribatı. Girdaplara soktun havada bir dal bile kıpırdatmaz sakinlik varken. Konuştum duymadın. Anlattım anlamadın. Ben konuştum sesim boşluğa takılıp kayboldu. Ben konuştum sen başka sesler duydun. Ben gözünün önünde eriyip bittim. Sen yücelirken ben kayboldum. Farkıma varmanı bekledim. Çok bekledim. Bekleyemeyecek kadar takatsiz kalana kadar bekledim. Gelmedin. Belki hiç var olmadın ben bir yalanın hayalini bedenin sandım. Doğdum, büyüdüm, kayboldum. Çok iyi bildiğim kendi şehrimde tuzaklar kurdun bana. İçindeki bir parça peynire koştu bedenim aşk diye, kapana kısıldı kaldı. Kapanlar… Sen kendini özgür zannederken ya yaşadığını sandığın hayat bir kapansa ve sen onu dünya sanıyorsan? Dünya bildiğimiz bir sıkışmışlık haliyse? Ya daha ötesinde özgürlük varsa ve görmüyorsak, bilmiyorsak, duymuyorsak. Ben haykırdım, sen susarak büyüdün. Ben ağladım, sen gülerek baktın. Ben gittim, sen kendine geldin. Ben durdum, sen yürüdün, aldın başını gittin. Ben, sen, aşk, kara delik. Nerde başladık nerde bittik? Belki hiç birbirimizi bilmedik, görmedik, sevmedik. 

Tanrı Zeynel

7 Mayıs 2014 Çarşamba

mayaBu yazı http://yazievi.yesimcimcoz.com/event/ariza-kadinlar-mitolojik-psikolojik-kurgu-yazma-atolyesi/tragedya konulu çalışma sonrasında yazılmıştır. 

Zaman kavramının icadından bile önceleri bir Tanrı-Kral yaşarmış en yüksekten de yüksek tapınağın gök ile birleştiği çizgide. Zeynelmiş adı. O zamanlar Tanrı-kralların üstün ve sınırsız güçleri varmış, sonradan bu güçler ile medeniyetlere büyük yıkımlar ve acılar yaşattıkları için tüm evrenin Tanrısı onlara kızıp cezalandırmış ve sadece krallıkları kalmış ellerinde. Tanrısal güçleri uçup gitmiş. Ama bizim hikayemiz Tanrısal güçlerin hüküm sürdüğü çağlardan gelme…

Zeynel Anadolu topraklarında, Mardin’de bir tapınağın kralı.  Çirkin mi çirkin.  Baktıkça tüm alemi yaratan büyük Tanrı’nın Zeynel’i nasıl bir boşluk anında yarattığı meçhul. Çirkin ama çok üstün, her Tanrı-kralda olmayan özel güçlere sahip. İstediği bitkinin, hayvanın kılığına girip usulca süzülüyordu bakir gençlerin bedenlerinin mahremine. O kadar güzel bir sesi ve şiirler şakıyan bir dili vardı ki, o çirkinliğine rağmen bütün ülkenin kadınları hatta erkekleri bile onun büyülü çekiciliğine karşı koyamazdı. Yürüdüğü zamanlarda yolun kenarındaki papatyalar bile gelinciğe dönüşürdü, al al olurdu çiçeklerin bedenleri. Onun ayağının altında çimenler bile ezilmez, sadece efendileri karşısında secde ederlerdi. Zeynel’di, Tanrıydı, kraldı, mağrurdu eh biraz da libidosu yüksekti tabi. Çirkin olduğu için aynalara hiç bakmazdı Zeynel. Birlikte olduğu kadınlarda kendi yüzünü görürdü sadece.

Kızlarını sadece kendi oğulları ile evlendirirdi. Krallıkta dışardan bir erkeğe kral kızı gelin edilmezdi. Zaten ülkenin hatırı sayılır bir kısmı Tanrı Zeynel’den olmaydı. Sadece insanlar değil, hayvanlar da ondan olmaydı. Mesela asırlar boyunca atla eşeğin çiftleşmesinden katırın doğduğunu bilirdik. Aslında katır Zeynel ile atın birleşmesinden olmaydı. Hatta “katır gibi inatçı” sözü Tanrı-kral Zeynel’in inatçı benliğinin bir hatırasıdır.

Bir Mayıs gecesi, zürafa kılığında birleştiği Etelya’dan, uzun boyunlu, iri gözlü ve upuzun boyu ile bir su perisi kadar zarif ve güzel Manolya doğdu. Etelya ile aynı anda hamile kalan Falya’dan ise Letisya doğdu. Ancak Letisya babasının çirkinliğini alırken, Manolya annesinin güzelliğini ve bir su perisini andıran zerafetini aldığından bütün krallığın gözbebeği olmuştu. Letisya çocukluktan itibaren nefret etti ablasından. Manolya büyüyüp serpildiğinde, köyün tüm erkekleri yolunda paspas olmaya hazırdı. Bir zamanlar Tanrı-kral Zeynel’de olan cazibe şimdi kızında vücut bulmuştu. Letisya hasetinden çatlarken, ülkeye bir grup asker sığınmak üzere geldi. Ülkenin güneydoğusundaki şehirlerinde küçük çaplı bir savaş olmuş ve herkes telef olurken bu askerler kendilerini kurtararak krallığa kadar ulaşmayı başarabilmişlerdi. İçlerinden biri güneşin bulutların arasından doğarkenki ışıltısı ve sıcaklığına sahipti sanki. Babası sıcak Tanrısıymış meğer ancak savaş sırasında yaşlı bedeni daha fazla dayanamayıp, mağmaya doğduğu sıcaklıklara geri dönmüş. İsmi Güneş’miş bu savaşçının. Kardeşi Ayaz’la birlikte kurtulmuşlardı savaştan. Letisya daha görür görmez Güneş’e vurulmuştu. Güneş de Manolya’ya. Çok geçmeden krallık içindeki köklü bir gelenek yıkılmış ve Manolya Güneş ile, Tanrı-kral  Zeynel’in kızı kardeşleri dışında bir erkekle evlenmişti. Ailenin gücü için savaşçı genlere ihtiyaç vardı. Letisya ise kendi rızası bile alınmadan Ayaz ile evlendirilmişti. Gelenekler gereği, kızlar erkek kardeşleriyle evlenmeyip, yabancı biriyle evlendirildiklerinde –ki bu çok nadirdir- Tanrı –Kral Zeynel onları kocalarına hazırlamak için bekaretlerini alırdı. Ancak Letisya zaten istemediği bir adamla evlendirildiği için, bu tören sırasında bunun intikamını almaya tüm Tanrılara yemin etti. Ayaz’la evlenen Letisya, tüm kalbiyle kocasını seven sadık kadın rolünü birkaç yıl devam ettirmiş, hatta Ayaz’ı sevmeye bile başlamış gibiydi. Ama bu sevgi Güneş’i görene kadardı. Onu her gördüğünde karların Güneş’e teslim olup eridiği gibi eriyordu bedeni Letisya’nın. Ayaz’a ve babasına lanet ederken buluyordu kendini. Manolya ise hayatından çok mutlu, ilk bebeğini doğurmak üzereydi.
mardinDerken bir gece, Manolya’nın bebeği tam da dünyaya gelirken, bütün krallık buz kesti. Bütün ülke karlar altında kalmış gibiydi. Manolya’nın bebeği daha anne karnından çıkamadan öldü. Soğuk onun küçük bedeni için fazla acımasızdı. Letisya kocası Ayaz’ı öldürürse bu buzların da eriyeceğini biliyordu. Ayaz’a yaptığı büyü tutmuş, bastığı her yer buza dönüşmüş ve tüm krallığı sarar hale gelmişti. Letisya kocasını zevkin esiri ederek öldürdü. Kadınlığı Ayaz’ın cehennemi olmuştu. Ancak büyünün bozulması, ülkenin yeniden Güneş’e kavuşması Letisya’nın Güneş’le evlenmesine bağlıydı. Letisya, Tanrı Zeynel’in tüm kadınlarını ve erkeklerini Tanrı Zeynel’i yok etmek üzere bir büyüyle kendine bağladı. Büyülenmiş kadınlar ve erkekler kralın odasına usulca girerek, kralın kulağına aşk sözcükleri fısıldayarak zevkten katılıp kalmasına ve hareket edemediği için de buz kütlesi haline gelmesine sebep olarak Tanrı-Kral Zeynel’i öldürdüler. Letisya’nın önünde artık tek bir engel kalmıştı kardeşi Manolya. Manolya adı gibi narindi. Kendisine sevgiyle dokunulmadan koklamaya kalkışılırsa yüzü sararmaya başlar ve giderek kahverengiye dönerek içten içe çürüyerek yok olur giderdi. Kardeşi bunu çok iyi bildiği için Manolya’yı hırpalayarak kokladı. Letisya’nın tüm bedeni Güneş’in ateşiyle yandığından, Manolya’yı da  yakıp kavurması güç olmadı.

Güneş’i de baştan çıkarmak için bütün iksirler ve büyüler tamamdı ve saf Güneş’i kandırmak çok zor değildi Letisya için. Ancak ülkelerin de krallıkların da en tepesindeki büyük Tanrı, bu felaketlere daha fazla dayanamayarak tüm krallığı cezalandırmıştı. Krallığın üzerine güneş ışınlarının yılın her günü en sıcak haliyle gelmesini emretmiş. Güneşin sıcaklığına dayanamayan tüm ağaçlar kurumuş, tüm topraklar çöle dönmüştü. Letisya Ayaz’ı öldürdüğüne bin pişman olmuş tabi ama büyük Tanrı’nın öfkesine karşı gelinemezdi.

O gün bugündür de Mardin’de her yer sarı topraktandır. Ağaç çok zor yetişir. Güneş’i bol, toprağı sıcaktır. Şehri çevreleyen dağlarda katırlar otlamaktadır ve geceleri daima Ayaz vardır. 

esinlenilen mitolojik kahramanlar