kırkayaklar kadın olsaydı :)

26 Mart 2014 Çarşamba

Evetttt bugün de kırkayaklara geldi sıra. Eklembacaklılar familyasına aitler. Kafadanbacaklı olsalardı nasıl olurdu acaba? Kafadan aşağıya ve yanlara saçılmış 40 tane bacak oooo çok ürkütücü! En fazla ayağı olan kırkayak türü 750 ayaklı kırkayak olan  Illacme plenipes imiş. Neyse konumuza dönelim klasik kırkayaklardan bahsedelim biz yine. 750 bacaklı kırkayakların ayakkabı sorunsalı için ciddi bir matematiksel birikim de gerekebilir o nedenle bulaşmadan uzayayayım ben bu konudan :) 

erdil yaşaroğluStandart kırkayaklı böceklerimiz standart bir kadın görüntüsünde ancak yine de 40 ayaklı bir yaratık olsalardı her gün ne ayakkabı giyeceğinin derdinden ölürdü heralde. Vah zavallılar! Biz her gün kıyafete ayakkabı uydurcaz diye helak olurken bunlar kırk tane ayak için düşün dur. Gece 3 sularında çalışmalara başlasalar heralde sabah 7 gibi ancak hazır olurlar. Bir de çok masraflı iş düşünsenize. İnternette ucuz ayakkabı için kampanya vs. oluyor ama aynı numaradan 40 çift nasıl alcaksın ki? Zaten en fazla 10 adet alma hakkı veriyorlar insana. Heralde çok renkli bir kimlik olurlardı. Tek renkle baş edemeyip rengarenk ayakkabılar giyerlerdi ve gökkuşağı gibi ayaklarıyla kaldırımlarda salınırlardı. Fakat aynı zamanda çok da sorunlu olurlardı bence hazırlanmaları giyinmeleri saatler sürerdi ve hepsi evde kalırdı bence. Çünkü hiçbir erkek bu kadar ayakkabası olan bir kadını ve saatlerce hazırlanmalarını da hesaba katacak olursak beklemek istemezdi. Masraf büyük bir kere. Adamın ancak ayakkabıcı olması durumu kurtarabilir diycem ama yok vazgeçtim adam karısına çalışmaktan piyasada iş yapamazdı. 

Düşünsenize bir sabah uyanmışsınız ve tam tamına kırk tane ayağınız var. Sağ tarafa topuklu ayakkabı sol tarafa da düz sandalet giyip hayatın ritmini bozmak ister miydiniz ayakkabılarınızla birlikte? Ayak fetişisti bir erkek bulursanız hayatınız çok keyifli olabilir belki ama onun dışında bir çok erkeğin kabusu olcağınız kesin. 


Yol...

21 Mart 2014 Cuma

yolAynı yolun yolcusu olmak ya da yol ayrımında olmak.. En sevdiğim ise mavi sakalın şarkısındaki gibi "iki yol var demiştin" diye başlar hani. Ne kadar çok yolumuz olsa da içimizde sadece bir tanesinin adı yankılanır. Canının çektiğine, sana o anda cazip gelene, aklının çeldiğine yönelirsin. Mesela yasakların olduğu bir ülkede yaşıyorsanız her türlü yol mübahtır.Yasakları delebilmek için türlü alternatif yollardan en aklına yatanı seçip yoluna devam edebilirsin. İnsanı baskılamaya gör o akıl durduğu yerden hışımla ayağa kalkarak öyle bir çalışmaya başlar ki göstergesi bozulmuş elektrik saati misali fıldır fıldır dönmeye başlar. Yollar,çözümler, yasaklar,baskılar...Vız gelir tırıs gider. İstiklal marşında bile "hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım" demiyor mu Mehmet Akif? Zincirler, tasmalar hiçbir canlıya takılamaz canlı olan bunu tercih etmedikten sonra. Özgürlükler herkes içindir belli kesimler için caiz olup diğerlerine yasak olamaz. Hak hukuk adalet...Onlar artık kitaplarda adı geçen kavramlar ne yazık ki.. Artık zeka ve espri çağı. Mizahla yasakları alt etme çağı. Akıl varsa gerisi bahane.. akıl varsa bir insanda herşey şahane:)

Algı

19 Mart 2014 Çarşamba

algı,rahibeAlgıda seçicilik... En sevdiğim şey. Bence psikologların keşfettiği yararlı fışkılardan biri. Hani böyle birine aşık olursunuz nereye baksanız onun adını görürsünüz ya hah işte o algıda seçicilik oluyor. Mesela daha önceden hiç dikkatinizi çekmeyen bir tabelada kullanılan isim aşık olduğunuz kişinin ismiyse yıllarca önünden geçtiğiniz ve fark etmediğiniz tabela bir anda Las Vegas'taki kumarhanelerin ışıklı tabelası gibi yanıp yanıp sönmeye başlar. Allah allah burda böyle bir şey var mıydı diye düşünürken bulursunuz kendinizi ama beyniniz size tuzak kurmaktadır o sırada. Farkındalığını arttırmaya çalışıyodur kendi yöntemleri ile. Ya da bazen "dervişin fikri neyse zikri de odur" misali kafanızda yoğun bir şekilde dolaşan bir düşünce çok alakasız bir afişte kafiye oluşturur size. Gerçek elbette farklıdır. Dikkatli bakınca görürsünüz ve çok eğlenirsiniz. Artık o anda o cümleyi nasıl uydurduysam diye gülüp geçersiniz. Aslında beyninizde dolaşan düşünceler bir kimliğe bürünüp sizi yanıltıp kandırmaya çalışmıştır az önce. Şaka yapmıştır belki de. Mesela "Örtük Kimlikler Sorunsalı" isimli bir konferansı "Sürtük Kadınlar Sorunsalı" olarak okuyabilirsiniz. Eğer o günlerde bir aldatılma hissiyatına kapılmışsanız daha neler neler çıkar kimbilir. algıda seçicilik... Seç, beğen,al.. Bazen de keyfine uydur :)


Bir Huzursuz Ruhun Düşündükleri

18 Mart 2014 Salı


dans
Üzgünüm size kuşlar ve böceklerin mutlu mesut hikayesini anlatamayacağım için.. Üzgünüm aşık kadınlara çeşitli öneriler verip "bak bu %100 işliyor kesin bilgi" diyerek hayatın tüyosunu veremeyeceğim için. Ya da kalbi kırılmış, terkedilmiş aşıklara giden şahsı geri döndürmek adına binbir taktik verip ardından da "yürü be koçum" diye gazlayamayacağım için. Bunların hiçbirisinden bahsetmiycem ben veya bahsetmiş olsam bile bu sizin düşündüğünüz şekilde olmayacak. Ben hayatla olan derdimi, huzursuz olan ruhumun debelenişlerini dilim döndüğünce bazen mizahi, bazen de derin ve sağlam bir acı sosuyla anlatacağım belki. Yani o gün canım nasıl isterse tıpkı sizin gibi, tıpkı her normal insanın sıradan bir gününde içinden geçenler gibi. 

Huzursuz ruhum diyince aklıma geldi. Mesela bugünlerde Kızılderili görünümlü amcaların meydanlarda dans ederek şarkı söylemeleri ve para kazanmalarına taktım kafayı. Adamları kenara çekip "hey dostum, ne işin var burada, oraları bırakıp buraya neden geldin neden “hinini  hulaaaahlun hlau” şeklinde şarkı söylüyorsun, kendi kültürünü sunarak para kazanabileceğin tek tuhaf insanlar burada İstanbul'da mı yaşıyor?" diye sormak istiyorum. Hakikaten de bir kızılderiliyi (eğer gerçekten öylelerse tabi valla yakından da epey bir benziyorlar)  dünyanın diğer bir ucundan kalkıp buralara getirten güç nedir acaba? Sonuçta ilk kim geldi? Amacı neydi? Ben böyle dünyayı dolaşıp kültürümü yansıtan şarkılar söyleyeceğim, o şarkılardan para kazanacağım diye bir ideal oluşturup kalktı buralara geldi sonra da diğer akrabaları buraya gelip böyle farklı semtlere mi dağıldılar? Burada bu işin tutacağını nasıl bildiler? Mesela sen kalkıp da dünyanın bir ucuna "ben müzik yapıyorum Türk halk müziğini bütün dünya dinlemeli, işte bu bağlamam, bunlar da ezberlediğim türkülerim" diyerek sırtına çantanı vurup bir bilinmezliğe doğru gidiyor musun? Hayır. Belki bir iş amacıyla geldiler burada turmadı ve kendilerini müziğe verdiler ama çıkış noktası nasıl oldu işte bunu çok merak etmekteyim. Ama işin içinde bir yaratıcılık noktası var mesela. Adamlar farklı bir şey ortaya koymuşlar. Gelip de burada Gana’dan gelenler gibi kaçak saat veya parfüm işine girmemişler. Gerçi bence kızılderililer daha onurlu bir halk. En azından bir felsefeleri var. Oturan Boğa’ları, oturan ve sürekli fikir üretip özlü sözler ortaya koyan yaşlıları kafalarını çalıştırmışlar. Şu dünyada yaşananlara bakıp bir felsefe oluşturmuşlar. Bir söz söylemişler mesela anlaman için düşünmen gerekiyor.

Gözlerde yaş yoksa, ruh gökkuşağına sahip olamaz.”

“Dünyada her şey iki adettir. Düşüncelerimiz ikiye ayrılır. İyi ve kötü. İki türlü şey görürüz. Güzel şeyler ve çirkin şeyler. İki elimiz vardır. Sağ el vurur ve kötü işler yapar, sol el kalbe yakın olduğundan iyilik doludur. İki ayağımız vardır, biri bizi yanlış yola götürür, diğeri doğru yola yöneltir. Evet, her şey ikidir…” Letakots Lesa, Pawnee kabilesi

“Bir başkasının kabahati hakkında konuşmadan önce daima kendi çarığının içine bak.” Sauk Boyu

“İnsan tabiattan uzaklaştıkça kalbi katılaşır.”

Söyledikleri her söz yüzyıllar öncesinden günümüzün insanlığına bir uyarı gibi. Sanki gelecekte insanların doğaya zarar vereceğini de, insanlıklarından uzaklaşacaklarını da , iyi ile kötünün her zaman çatışacağını hep görmüşler bir ateşin etrafında toplanıp düşünüp felsefeler üretmişler.

Adamlar doğadaki herşeye değer vermişler. Ağaçlar kutsal, avlanırken bir hayvan vuracaklarsa en güçsüz hayvanı seç ki diğer güçlü olanlar soyun devamını sağlayacak olanlar mantığıyla avlanıyorlar. Aslında doğadaki her şeye karşı sevgi dolular. Kültürlerini incelediğinizde son derece naif insanlar olduklarını anlıyorsunuz. Vahşi diye adledildiler ancak asıl vahşi olan onların elinden topraklarını almaya çalışan aç gözlü insanlardı. Ne yazık ki insanoğlu hep doyumsuz hep daha fazlasına sahip olmak isteyen ilkel benliğine çoğu zaman yenik düşen bir varlık. Beyaz insanların bu doyumsuzluğu onları kendi topraklarından edince soyları da azalmaya başladı. Böylesi güzel bir kültür de tarih içinde eriyip kayboldu.

Mesela bizler izlediğimiz filmlerden onları vahşi bir ırk olarak görüyoruz ama Kristof Kolomb onları çok farklı anlatmış. Kolomb’un günlüğünde Kızılderililer ilgili şu ifadeler görülmüş:

“Onlara kılıçlarımızı gösterdik. Keskin demir silahları ilk kez gördükleri belli. Kesmenin ne demek olduğunu bilmediklerinden, bazıları kılıçların keskin tarafını tutunca ellerini kestiler. Bu insanlar ne herhangi bir mezhebe bağlılar ne de puta tapıyorlar. Kötülüğü tanımıyorlar, birbirlerini öldürmüyorlar. Hiç silahları yok... Son derece sade, dürüst eli açık insanlar. Herhangi birinden sahip olduğu herhangi bir şey istenince hemen veriyorlar. Kötülüğün ne olduğunu hiç bilmiyorlar, çalmıyorlar öldürmüyorlar. Dünyada onlar kadar tatlı dilli insanlar yoktur. Her zaman gülüyorlar..."_"Bu insanlar yeryüzünün melekleridir" (Kolomb'un günlüğünden) Piskopos Bartelemeo: "Onlar İsa kadar Aziz ve dürüst insanlardır" demişti. Bunları araştırıp biraz okuyunca  insan bir halk için oturup üzülmeye başlıyor. Dünyadaki bütün saflıkları, güzel olan şeyleri sömüren, kemiren, tüketen canlılarız. Teknoloji geliştikçe daha mı duygusuzlaşıyoruz daha mı vicdansız insanlar oluyoruz bilmiyorum. O zamanlarda bile insanlar kendileri gibi olmayanları yok etmeye çalışmış. Nedense farklı renklerle birlikte benetton renkleri gibi harmanlanıp kardeşçe yaşamayı beceremiyoruz.

Meydanda dans eden kızılderililerden nerelere geldim.  Bir şeyin görünen yüzünün arkasında nasıl bir geçmiş olduğu her zaman ilgimi çekmiştir. Sanırım ondan bu denli araştırdım kızılderilileri. Bu araştırma sırasında rastladığım şu ifade de sanırım onları bizim meydanlarda dans ettiren güdünün kaynağı olsa gerek.

kızılderili dans“Bütün Kızılderililer her yerde durmadan dans etmelidir. Önümüzdeki ilkyaz Yüce Ruh gelecek. Bütün av hayvanlarını geri getirecek. Avdan geçilmeyecek bu topraklarda. Bütün ölü Kızılderililer geri gelecek ve yeniden yaşayacaklar.”  (Wovoka Boyu)

Daha fazla bilgi için tıklayın 
wikipedia.org
Okumak isterseniz.. 
Türkler ve Kızılderililer

merhaba

17 Mart 2014 Pazartesi

yalnız adam"Merhaba" dedi yine her sabahki gibi. "Hoşgeldiniz" dedi soğuk ama içten sesiyle kadın. Artık bu selamlaşma günlük bir rutin haline gelmişti. Her gün kadını ziyaret etmezse günü mutsuzluk içinde tükenip gidiyordu. Yüzü, dudaklarının kıvrımı, gözlerinin parlak veya donuk bakışı, ellerinin sert veya yumuşak olması, cildinin sivilce izlerinden biraz pütürlü görünmesi, dişlerinin çıkıntısı veya kaşlarının bir kalem gibi incecik olması hiç biri umrunda değildi. O sesine hayrandı. Böyle su gibi çağlayan bir sesi olan kadının karakteri de besbelli ki yumuşacıktı. Çok iyi anlaşacaklarına emindi keşke o ilk adımı atabilecek cesarete sahip olabilseydi. 

O sabah yine müptelası olduğu sese kavuşmak ümidiyle evden çıktı, delicesine bir yağmur yağıyordu. Sanki gökyüzü birşeye çok sinirlenmişte öfkesini yeryüzünün aciz insanlarından çıkarmaya çalışıyor gibiydi. Ne kadar çok ıslatırsam o kadar fazla intikam alabilirim derdindeydi. Yollar çamur içinde, üzerindeki montu sünger gibi bütün yağmuru emmiş ve sıtma olmuş gibi titremeye başlamıştı. Sabah evden çıkarken güneş vardı birden ne olmuştu böyle allasen? Geri dönmek için artık çok geçti, hedefine doğru ilerlemeye devam etti. Bu sabah da merhabalaşacaklardı. Bundan daha güzel ne olabilirdi ki?  Ama olmadı...
Eve döndüğünde alt üst olmuş durumdaydı. Hayalkırıklığına uğramış, boşuna ıslanmış,boşuna o kadar zahmet çekmişti. Çünkü bugün sesin sahibi olan o güzel kadına ulaşamamıştı. Yerinde yoktu. Ya başına bir şey gelmişse endişesi kapladı içini birden. Hem de ne kaplama sanki ağın altındaki tüm hareket kasları tutulmuş gibiydi. Kolunu kaldıracak takati kalmamıştı. Oturduğu yerde kalakaldı. Yıllardır bu evde yalnızdı. Hiç kimseye de ihtiyaç duymamıştı açıkçası. Bu akşam böyle kıpırdamadan kalınca korktu birden, belki  de yanında bir ses bir nefes olmalıydı artık. Yıllar geçmişti yalnızdı. Yer yer örümcek bağlayan tavan altları gibi burda böyle kendi kendine dolanıp kalmıştı. "Ah Nezaket Hanım" dedi içinden. Gözleri yaşların hücumuna uğradı. "Erken bırakıp gittin beni, eşyaların hala yerli yerinde bak, ben de aynı koltukta oturuyorum hala bir tek sen eksiksin, bir de pıtı pıtı yürüyen terliklerin" dedi. 

Koltuğa yığılıp kalmasının üstünden kaç saat geçmişti hatırlamıyordu. Değişen bir şey var mıydı pek sayılmazdı. Hala isteksiz, hala mutsuz, hala duyguları bozuktu. Evet bir makinenin bozulması gibi çalışmıyordu duyguları nötrdü herşeye karşı. Dışarda hala yağmakta olan -belli ki intikamını henüz alamamış-  gökyüzü mücadelesine devam ediyordu. Gözünü tekrar açtığında yağmur dinmiş, güneş parlamaya başlamıştı. Kalktı, giyindi, traş oldu. Uyuşan kasları çözülmüştü güneşi görünce. Tekrar umutla yola koyuldu. "Bugün büyük gün" dedi içinden. Bugün mutlaka adını öğrenecekti. Koskoca adamdı ne vardı bu kadar çekinecek sanki? Samimi olup, içinden geçenleri ifade edebilirdi. Yalnız sadece merhabalaşmışlardı. Bundan öteye gitmeyen bir sohbette ismini nasıl öğrenecek, onu nasıl bir yere davet edecekti ki? Bunu yolda düşünmeye karar vererek yürümeye devam etti. Öyle mi böyle mi yapsam diye yol boyunca sürekli düşündü. Mantığından gelen sesler ile kalbinden geçenler birbirine tuzak kurup düşüncelerini sabote ettiler. Birinin söylediği diğerine uymuyordu. Birinin istediğini diğeri önemsemiyordu. Kafasının üstünde sinekler uçuşuyormuş gibi elinin tersiyle onları kovaladı. Karşısına geldiğinde içinden ne geçerse onu söylemeye karar verdi. 

"Merhaba" dedi. "Merhaba" diye cevap verdi yine kadın. Yere doğru çökerek yüzüne bakmadan onu ne kadar özlediğinden bahsetti. Yüzüne bakacak cesareti yoktu o zaman konuşamayıp kitlenmekten korkuyordu.Sadece onu görebilmek için her sabah evden çıkıp buraya geldiğini, o sesin kendisine her gün uyandığında yaşama sevinci verdiğini, onu tanıdıktan sonra artık ilaçlarını bile almaya gerek kalmayacak kadar iyi olduğunu, dün sesini duyamadığında sonsuzluk kadar derinden yokluğunu hissettiğini, yalnız yaşayan bir adam olduğunu, yıllardır da hayatında bir değişiklik olmadığını, eğer isterse oturup bir yerde yüz yüze konuşabileceklerini anlattı. Kadın hiç cevap vermedi. Adam oturduğu yerde kalakaldı. Saatlerce anlattı nefesi kesilene kadar. Sadece konuştu o sesle, o merhabayla, o kadınla. Konuştu konuşmadığı yılların acısını çıkartırcasına. Anlattı içindeki tüm birikmiş, yosun tutmuş, keçeleşmiş, körlermiş anılarını, anlattı da anlattı aslında nasıldı yalnız ve sessiz yaşamı. 
ıssızlık
Gece sokağı temizleyen görevliler buldular İhsan amcayı. Her gün bankamatikteki otomatik sese "merhaba" diyerek hayata tutunan bedeni, hayalinde yarattığı zarif hanımefendiyi orada yalnız bırakarak derin uykuya geçmişti. Dudağında mutlu bir gülümseme ile buz kesmişti ama yalnız değildi artık emindi. 

küller

"Gönül penceresinden ansızın bakıp geçtin, bir yangının külünü yeniden yakıp geçtin" ... en sevdiğim şarkılardandır. Bu kadar yalın sözcüklerle bu kadar derin bir acıyı ifade edebilmesine hayran olmamak ne mümkün?
Hepimiz için benzer değil midir? Zamanında hayatınızın merkezine almış olduğunuz her kim varsa üzerinden unutmaya dair yeterince zaman geçmiş olsa bile, karşınıza çıktığında film şeridinden daha hızlı bir akışla geçmez mi gözlerinizin önünden o günler? O günkü neşeniz ya da öfkeniz, sevinciniz, sevginiz birbirine karışıp kalbinizi sarmaşıklar gibi sarıp sarmalaz mı? Sadece bir an yeter de artar bile. Gönül penceresinin camı bir kez aralandı mı kuvvetli rüzgarlarla fırtınalarla gelen anılar, acılar üşüterek bedeninizi  küllenmiş olan yangını yeniden alevlere bürür. Rüzgarı gören ateş sönmez ki zaten daha da şiddetlenir. Küçük bir kıvılcımı yangınlara dönüştüren rüzgardır, film rulosunu takıp şeridi ön gösterimle sunan da pencereyi tıklatan..
Ansızın bakıp geçme, yangınları alevlendirme, bırak küller kalsın yangının bittiği yerde... Sönmüş ateş yeniden yansa bile ürkek alevler saçar, cayır cayır yanamaz. İçi geçmiş korlara boşuna rüzgar üfleme. 

UTANÇ!

13 Mart 2014 Perşembe

Bugünlerde utanıyor insan babaların yüzüne bakmaya.. Utanıyor dediğime bakmayın hala utanamayanlar var onlar konumuz değil ama.. Bir baba çıkıyor ekranlara ve insanlık dersi veriyor hepimize, herkese. Bütün o sert söylemlere o kadar naif bir şekilde karşı duruyor ki boğazınızdaki yumrular büyümeye devam ediyor o konuşurken. Öyle temiz bir yüzü var ki insan yanına gidip "üzülme Sami baba herkes günü gelince hesabını verecek ya bu dünyada ya da öteki dünyada" diyip sarılmak istiyor ellerine. Babalar gününde elinden alınmış tek erkek evladı. Bu baba artık sofraya oturduğunda nasıl bir lokma ekmek yiyebilecek açıklayabilen varsa buyursun anlatsın. Boğazımızda düğümlenen yumruları havale ettik Allah'a, kalmasın zalimin zulmü yanlarına diye. Sanırım yine bir yerde yanlış yaptık biz yine ağlıyor bugün bir baba, yine aynı yerde üstelik Okmeydanı'nda! Kelimeler kifayetsiz, bu acıları tanımlayabilecek sözcük geliştirmemişler zamanında. Tesellisi olmayan acılar yaşanıyor, teselli edemiyoruz içimiz daha çok yanıyor. Sol tarafında kalbi olan herkes buruk, herkes yetim, herkes düğüm düğüm. Sol tarafında kalbi olduğunu unutanlar ise .... Neyse boşver adlarını anmaya değmez zaten!

dur durak demeden...

12 Mart 2014 Çarşamba

çocuk oyunları
Öyle bir öfkeydi ki içlerindeki dur durak bilmedi. Ağaca, yeşile, sevgiye, insanlığa, var olmaya, özgürlüğe, mutluluğa, insan haklarına, çocuklara, büyüklere, gençlere, evlilere, bekarlara, kendi gibi olmayan, kendinden olmayan herkese ve herşeye o kadar düşmandı ki duramadı. Yolun sonuna doğru gelse bile orasının son durak olduğunu anlayamayacak kadar kör, sağırdı ama asla dilsiz değildi. Söylediği her kelime yılan gibi zehir akıtıyordu insanların içine. "Yapma, etme, kıyma" dediler sanki duvara söylediler. "O daha çocuk çok masum" dediler, kayaya tosladılar. "Sen büyüksün büyük düşün" dediler, küçüldü küçüldüğünü bilmeden. Oysa çocukluğunu hiç yaşamamış, baskılanmış, sevilmemiş bir insan nasıl bilsin çocukları sevmeyi? Hep kahverengiyle çevrelenmişse etrafı nasıl bilsin yeşili sevmeyi? Güç gözünü sarhoş ettikçe nasıl görebilirsin çıplak gerçeği? Göremezsin, bilemezsin, bilmek istemezsin. Aslında o kadar masumaneydi ki niyetimiz sadece gölgesinde yaşlanacağımız ağaçlar istedik, sonbaharda kurumuş yapraklara basmayı, yağmurdan sonra toprak kokusu duymayı istedik. 
çocuklarÇocuklar uçurtmalarını uçursunlar, uçurtmaları tellere takılmasın istedik. Çocuklar çocukça yaşasınlar, büyüklerin oyunlarına alet olmasınlar istedik. Biz sadece çoluk çocuk mutlu ve özgür olmak istedik. 

Bugün günlerden Berkin..

11 Mart 2014 Salı

Onun talihsizliği yanlış zamanda yanlış yerde olmaktı.. Onun talihsizliği böyle gaddarca düşmana saldırır gibi saldıran güvenlik güçlerinin ortasında kalakalmaktı.. Onun suçu kara kaşlı kara gözlü olmasıydı.. Onun suçu yoktu ki aslında. Günahsızdı, başkalarının katran karası günahlarının bedelini ona yüklediler. Sadece ekmek alıp evine gitmekti derdi. Ağaçlarını korumak isteyen abi-ablalara delice öfkelelen polisler savaşçılık oynuyordu dışarıda. Burası onun yaşadığı yerdi, bir bilgisayar oyunu içinde değildik ki neden sis bombaları gaz bombaları her yerdeydi? O sadece körpecik bir fidandı üstünde patlayıcı madde vardı derken kimsenin vicdanı sızlamadı mı? 

Korkunuz mu yaptırdı size bunları, içinize insanlığınızı kemiren bir virüs mü kaçtı? Sizin de çocuklarınız var üzerine titrediğiniz, gözünüz gibi bakıp, koruyup kolladığınız. Kılına zarar gelse dünyaları ayağa kaldırıp ateşe atacağınız. Güvenlik güçleri korumalıdır çocukları, ateş hattından çekip evine göndermelidir. Güvenlik güçleri çocukları öldürürse nasıl canımızı korusunlar diye onlara güveneceğiz? Unutmasın kimse Berkin'in adını, kömür karası gözlerini, kaşlarını, saçlarını. Unutmasın o masum yüzün sönen gülüşünün ardında kalan umutları, hayalleri, oynayamadığı oyunları, aşık olamadığı kızları... Unutmasınlar bir anne babanın içinde cayır cayır yanan acıyı...

Allah rahatlık versin diyerek yatırırdı anneler çocuklarını, bakkala giderken rahatlığı elinden  alındı. O sabah nasıl uyanmıştı? O gün neler yapacaktı? Neler konuşmuşlardı o sabah evde? Bu olaylarla hiç ilgisi bile yoktu belli ki. Onu ilgilendirmiyordu bile tek derdi eve geldiğinde oynayacağı oyun ya da okuyacağı bir kitaptı belki de ... O çocukla birlikte eridi gitti hepimizin çocukluk anıları, çocuklar masumdu hala ama hiç çocuk olmayan amcalar kesmişti toplarını, umutlarını, oyunlarını. 

Bu acıyı anlayabilmek için çocuğumuzun olmasına gerek yok.. Bu acı çalınan bir hayatın acısı.. Bu acı yeşeremeden kuruyan bir gençliğin acısı...Bu acı çok acı...

Hakkari'de dört mevsim

10 Mart 2014 Pazartesi

cudi dağı1984-86 yılları arası babamın görevi nedeniyle gittik Hakkari'ye. 8 yaşındaydım ve Türkiye sınırları içerisinde böyle bir yer varmış da haberim yokmuş benim. Çocukluğum zaten arkadaşsız, oyunsuz, yalnız yalnız geçerken bir de Hakkari çıkmıştı başımıza. Annem "en yakın arkadaşım" sürekli ağlıyordu tabi ben de onunla beraber. Bursa'da yaşıyorduk ama tüm akrabalarımız İstanbul'daydı. Şimdi bir de Hakkari-Yüksekova eklendi bunlara. Hadi bakalım yeni ama hiç hoşnut olunmayan bir macera. Eşyalarımızın yüklendiği kamyon bizden 15 gün önce çıktı yola. Babam da bizden önce gitmişti. Biz İstanbul'da yaz tatilini geçirip, yanımıza anneannemi de alarak çıktık yola. Van Gölü seyahatle 28 saatlik yolculuğumuz başladı böylece. O zamanlar otobüste sigara da içiliyordu ve dumanaltı bir otobüste , ağlayan çocuklar, askere giden gençlerle beraber yola koyulduk. En uzun otobüs yolculuğum 6 saat sürmüştü benim, 28 saat nasıl geçecekti ki? Gece uyumayıp ağlayan çocuklar, ayaklarını bottan çıkartıp ayaklara özgürlük tadında otobüsün içine yayılan 10 saatlik kokuşmuşluğun etrafa yaydığı ayak kokuları ve sigara dumanı altında uyumaya çalışan ben. Annem uyumuyordu, biliyorum. Uzun yolculuğumuz boyunca ben mola verilen yerlerde "aaaa Elazığ'ı da gördük", " aaaaa burası Sivas'mış ama içi değilmiş Gürün'müş" diye gördüğüm şehirleri saymaya başladım. Bu yaşta bir sürü şehir görmüş olcaktım ohh şimdiden 12 etti bile diye eğlenmeye başladım. Her molada tuvaletim geliyordu ve şu an bir insana burası tuvalet diye göstersen topuklayarak kaça

cakları sadece delikten ve etrafı 4 eğreti duvarla çevrilmiş olan yerlere ben girip tuvaletimi yapıyordum. Yemek yemek için girdiğimiz lokantalar bildiğin kamyoncu lokantaları olup, gece yarısı 2 kadın ve 1 çocuk için çok uygun olmasa da midemizi bozmadan kendimizi kurtarabileceğimiz şeyler yiyerek kalan saatlerimizi tamamlamak üzere otobüse bindik. Van'a nihayet ulaştığımızda maceramız henüz bitmemişti. Babam bizi karşıladı ve 4 saat daha gideceğimiz Hakkari otobüsündeki yerlerimizi aldık. Yüksekova'ya geldiğimizde hava kararmıştı. Ürkütücü bir yer gibiydi. Evimize geldik.



Apartmanda oturacaktık üstelik kaloriferlerimiz de vardı!!! (Bursa'da bahçeli bir evde oturuyorduk tuvalet, banyo ve mutfak hepsi dışarıdaydı, Yüksekova'ya gidene kadar hiç apartman dairesinde yaşamamıştım) Evi görünce bir mutlu olduk sanki.
En azından lojman vardı, buradaki herkes bizim gibiydi başka başka yerlerden buraya gelmişlerdi. Toprak evlerde yaşamayacaktık. Apartmandaydık.

Günler geçti ve biz evimize yerleştik. Beğenmediğimiz Yüksekova bizi şaşırtmaya devam ediyordu,evimizin karşısında lise bile vardı. Apartmanın karşısında İran'dan başlayıp buradan geçerek yoluna devam eden Zap suyu akıyordu. Hatta türküsü bile vardı "Zap suyu derin akar Oy Sinem Mi Sinem Mi".. diye başlardı. Üstünde minik bir köprü, ötesinde yeşil ağaçlı bir yol. Sabahları dere kenarında otlayan koyunlar...


Sat gölü varmış Hakkari'de dağların arasında kalmış küçük bir gölmüş. Dört mevsim yaşanırmış etrafında hem de aynı anda. Efsane gibi gelirdi, inanamazdım. Görmeyi çok istedim ama o dönemde yeni yeni başlayan terörün yuvalarından biriymiş o bölge. Yasaklıymış,izin yokmuş oraya gitmeye, tehlikeliymiş.




Okullar açıldı ve ben 2 katlı minik okulumdaki yerimi aldım. Kış burda erken geliyordu ve Ekim ayında düşen mevsimin ilk karı Nisan ayına kadar yerden kalkmayacaktı bunu ilerleyen günlerde öğrenecektim. Greyderler yolu açmasa benim gömüleceğim kadar yüksekti yağan karlar. Hava -20'lerde falandı ama hiç soğuk değildi. Halbuki dondurucu bir soğuk olmalıydı. Havası kuruymuş buranın, ondan soğuğu hissetmiyormuşuz.

Okulum...Öğretmenim Giresun'dan gelmişti. Adı Lütfiye'ydi. Ne tuhaf, sınıf arkadaşlarımın şiveli konuşması lazımdı ama ben hiç o şiveleri hatırlamıyorum şimdi. Hepsi akıcı bir Türkçe konuşuyordu sanki benim gibiydi Türkçeleri. Arkadaşlarımla hangi oyunları oynadık, en çok kiminle samimiydim, en çok kimi sevmiştim hatırlamıyorum. Çocukluğuma dair anılarım net değil benim. Hiçbir yerde anılarım kök salacak kadar uzun yaşamadım ben. İp atlamadım sokaklarda onun yerine evde beş taş oynadım annemle. Örgü örmeyi öğrendim çocukken, bebeklerime kazaklar ördüm üşümesinler Hakkari'de diye. Annem terziydi benim, beraber kıyafetler diktik giydirdik bebeklerimi rengarenk. O nedenle çocukluk arkadaşların kimlerdi diye sorsalar verecek cevabım yok benim. Bir annem var bir de kıyafet diktiğim bebeklerim. Hatta çocukluğum var mı acaba benim?

Okul diyordum. Asya, Bineyvş,Tekin abi, Sadi...Belediye reisinin kızı da bizim sınıftaydı. Sarışın, yeşil gözlü güzel ama soğukça bir kızdı. Buldan ailesindendi. Şimdi mecliste sıkça ismini duyuyoruz hani. "Kaç kardeşsiniz" diye sormuştu bir gün öğretmenim, "sayılamayacak kadar çok" demişti. Ben tek çocuktum, sayılamayacak kadar çok çocuk nasıl oluyordu ki? Meğer babasının 3 tane karısı varmış, 3 katlı bir apartmanları ve her katında bir karısı yaşarmış adamın. Haftanın belli günleri o evlerde sırayla kalırmış reis bey. Bu kızcağız da 27 kardeşmiş -ki muhtemelen sınıfta 27 kişi bile değildik biz.

Bineyvş tam bir kürt kızıydı.Bineyvş kürtçede menekşe demekmiş. Doğru düzgün Türkçe bilmezdi. Saçları taranmamış gibi 2 örgülü, ucunda toka yerine lastik bağlıydı. Kulağındaki deliklere ip geçirilmişti küpe yerine, bitlenirim korkusuyla çok yanaşamazdım yanına. Şimdiki aklım olsa evlerine giderdim, onu okula gönderen anne- babayı tanımak için.



Tekin abi...14 yaşında bir abi bizler 9 yaşındayız daha. Geç kaydetmişler nüfusa, ara da vermiş okul hayatına belki çalıştı o aralıkta kimbilir. 14 yaşında bir ergendi, 3. sınıftaydı ve gerçekten bir abiydi. Herkese iyi davranırdı, yanık yüzünde çiller vardı belli ki yazları hep dışarıda çalışmaktaydı.

Sadi'ye gelince.. Aşıktı bana. Düşününce garip geliyor şimdi, orada onun kendi halindeki hayatının içine İstanbul'dan (ya da Bursa'dan) gelmiş bir kız çocuğu sınıfına geliyor. Ordaki diğer kızlardan farklı, değişik biri. Beni kızdırmak en büyük keyifti Sadi için. Yıllar sonra öğrendim ki hoşlandığını belli edemeyen kişiler böyle tam aksi şekilde davranarak, karşısındakini kızdırarak duygularını belli etmemeye çalışırmış. O da böyle sakladı belki içindekileri, bir yerde de açık vermiş olmalı ki şimdi hatıralarımda bana aşık Sadi olarak kalması ondan. Baş parmağının yanında küçük bir parmak daha vardı, 6 parmak desem değil, 5 hiç değil. 5,5 parmaklıydı Sadi. O parmak çok ürkütürdü beni.

Asya.. Upuzun siyah saçlarını tek bir örgü yapardı tepeden. Kalçalarına kadar inerdi saçları. İsmi de ne güzeldi Asya.. Selvi boylum al yazmalımdaki gibi. Onunla da mektuplaştık bir süre. Benden sonra bir kardeşi daha olmuş beni çok sevdikleri için adımı vermişler ona da.Ben ordan taşınıp gittim ama ismimle yaşayan bir kız çocuğu hala orada, belki huyu da bana benziyordur kimbilir?

Okul çıkışlarında uçkun alırdık orada gördüğüm bir yiyecekti.
Pırasaya benzerdi ama tadı ekşimsi, buruk bi şeydi, meyve desen meyve değil, sebze desen hiç değil. Okul çıkışlarında alırdık çocuklarla ve ben her yediğimde eve gelip hastalanırdım, kusardım bütün yediğim uçkunları. Annem de kızardı "yine mi o uçkunlardan yedin sen" diye. Ama tadı güzeldi napiyim. Yıllar sonra merak edip araştırdığımda Doğu Anadolu'da yüksek yerlerde yetişen bir dağ bitkisi olduğunu ve birçok hastalığa iyi gelen şifalı bir yanı olduğunu öğrendim. Demek ki o nedenle bir daha o yiyeceği görememişim. Hakkari'ye özgüymüş o yediğim uçkunlar da, kusmalar da.

Ve Lütfiye öğretmenim... Benim tek çocuk olduğuma inanmayıp evimize kadar gelmişti. Tanıdığı tek çocuklardan farklıymışım, çok terbiyeli ve kendi halindeymişim. Oysa benim şımaracak kadar sosyal bir hayatım olmamıştı Lütfiye öğretmenim. Bunu büyüdüğümde anladım.Annemdi en yakın arkadaşım ve o bir yetişkindi. Çocukça şımarıklıkları öğrenemedim evde tek başına evcilik oynarken.

Öğretmenim diyordum evimize geldi ama ben nasıl şaşkın ve mutluyum. Ne önemli bir andı benim için. Öğretmenler sanatçı gibi birşeydi benim gözümde. Ders dışında onlarla vakit geçirilmezdi. Birbirimizi severdik ama hepsi ders içerisinde kalırdı sanki. Okulda işleri bitince kendi dünyalarına çekilen varlıklardı. Ama şimdi öğretmenim evimizdeydi. Yanımdaydı. Benim oturduğum koltukta oturuyordu. Ne konuştuk hatırlamıyorum. Sadece o akşam çok mutluydum onu biliyorum. Bir gün ben de gittim onun evine. Beni okul çıkışında kendi yaşadığı yere davet etti, o da öğretmenlerin lojmanında yaşıyordu. Şimdi de bir öğretmenimin evini, yaşantısını görecektim. Bu bir rüya olmalıydı evet evet. Beni merak etmesinler diye babama haber yolladık, tuttum elinden öğretmenimin gittim evine. Birlikte yemek yedik, muhtemelen yumurtaydı yediğimiz. Keşke nelerden konuştuğumuzu hatırlayabilsem şimdi. Ah be hafızam onca gereksiz şeyi saklarsın derinlerde bir yerde ama önemli ayrıntılara gelince duruveriyorsun pilleri zamansız biten saatler gibi. Yine de eminim ki çok güzel şeylerden bahsettik. Oradan ayrıldıktan sonra da mektuplaşmaya devam ettik yıllarca. Hatta düğün davetiyesini bile göndermişti, sonrasında ben mi hayırsızlık yaptım yoksa o evlenince adresi değişti de ondan mı ulaşamadım bilmem ama koptuk. Çok aradım, çok soruşturdum ama bulamadım. Kendisi de anılarımın içine gömülmüştü,sanki hiç var olmamış gibi.Elimden tutup evine götürmemiş gibi. Şu an ondan bahsettiğimi hiç tahmin eder mi?

Bir gün babamın dayısının oğlu geldi evimize, Çukurca'da askerdi (İran sınırında en kötü yerlerden birinde) birkaç gün bizde kalacaktı. Edip Akbayram kasetleri vardı yanında.Sürekli Edip Akbayram dinledik, hasretimizden yandı gönlümüz, İstanbul'u andık birlikte.

Babam avcılığa merak saldı orada :) Bir gece bir kaç arkadaşıyla birlikte dağlara doğru gittiler neymiş tilki avlayacaklarmış. Allahtan o zamanlar terör çok başlamamıştı yoksa bunlar avlanacaklardı tilki yerine. Neyse gece geç saatte geldiler ben uykudayken o nedenle av sonucunu bilmiyordum. Ertesi gün kapı çaldı bir memur elinde bir adet tilki postuyla kapımızda annem tabi şokta. Babam göndermiş balkona koysun annem diye. Annem "ayy ayy ben buna elleyemem siz geçin götürün balkona" dedi adama. Akşam babam eve gelince annem "deli misin sen nesin ya benim böyle şeylerden korktuğumu bilmiyor musun da yolluyosun tilkiyi eve" diye kükredi babama. Babam da "ne güzel işte sana kürk gönderdim beğendiremedim" diye dalga geçti. O zaman da tuhaftı bizimkiler şimdi de hala öyleler.

Bir gün de babamlar dereden balık avlamışlar. (Babam da amma maceraperest adammış!) Akşam geldi elinde balıklarla. Tabi Hakkari'desin balık büyük nimet aslında düşününce. Yerli halkın kasaptan inek butlarını alıp sırtlarında taşıyarak evlerine götürüp yanına yaptıkları bulgur pilavı ile beslendiklerini düşününce balık yiycektik işte daha ötesi var mıydı? İnek budu demişken aklıma geldi bir gün annemle çarşı içinde bir hal var vardı oraya sebze aramaya gittik. Sebze de yok tabi çok fazla bölgede. Annemin canı pırasa istemiş soruyor adamlara var mı diye. Adamın biri anneme "yenge napcan pırasayı yiycen mi? Biz burada onu hayvanlara veriyoruz arama bulamazsın" dedi. Adam bize hakaret mi etti iyilik mi bilemedik. Döndük kös kös evimize. Neyse balıklar diyordum. Aklı selim babacığım etrafındaki arkadaşların da gazına gelerek balığın içinden yumurtalarını çıkarmış havyar niyetine çok besleyici diyerek yedirdi bize. En çok da bana yedirdi. Neden? Çocuğum çünkü ve iyi beslenmem lazım. Bütün gece kustum artık içimde kusacak birşey kalmayana kadar kustum. Babamın besleyici havyarları! zehirlemişti beni. Daha ileri bir vaka olsam hastanede yok yakında o derece sakat aslında orada hastalanmak.

Sayılı zaman çabuk tükendi ve iki yıllık maceramız sona erdi. İstanbul'a taşınıyorduk. Bu kez ağlayarak ayrıldığım öğretmenimdi. Zaten bir yerde en fazla iki yıl kalmıştık orası da Hakkari olmuştu. Diğer okullarımın ve öğretmenlerimin anısı yer etmemişti zihnimde, sınıf arkadaşlarım da birer ayrık otuydu sanki orada olsalar da benden çok uzakta.


O günlerin üzerinden yaklaşık 28 sene geçti. Haberlerde ne zaman Hakkari deseler tanıdık bir şey görebilme ümidiyle tarar gözlerim ekranı belki aynı kalan bir şey vardır, belki ben orayı hatırlıyorumdur diye. Ne yazık ki çok değişmiş,yüksek binaların esareti altında kalmış Yüksekova.






Sadi.. Yıllar sonra facebookta buldu beni. Konuştuk o günlerden geriye kalanlardan. Onun hatıraları taptaze sanki ben geçen yıl ordaymışım gibi, benim zihnim bulanık, sislerin altında kalmış Hakkari. Evli ve çocukları var, karısı İranlıymış. Arada İstanbul'a geliyor görüşmek istiyor benimle ama yapamıyorum.Benim anılarımın üstünü İstanbul örttü Sadi diyemiyorum.Geçen gün bir fotoğrafıma yorum yapmış yine "gülüşün aynı çocukluğundaki gibi güzel" demiş. Ben hatırlamıyorum çocukluk gülümsemi, onunsa belleğinde hala canlı. Hayatımdaki hiçbir arkadaşım, sevgilim o günlerdeki gülümseyişimi bilmiyor. Sadece Sadi hatırlıyor o gülümsemeyi bir de Hakkari.


Keyifsiz Düzen

6 Mart 2014 Perşembe



plaza kadını
“Düzenin olduğu yerde keyif olmaz.” Deniz o gün yataktan bu düşünceyle kalkmıştı. Her gün şık giyinmek zorunda olan plaza kadınlarından biriydi. Saçı sürekli fönlü, elbiseleri her daim şık, bazen adım atarken bacaklarını zorlayan kalem etekler ve incecik topuklu ayakkabıların üzerinde geçirilen koca bir gün, her daim makyajlı yüzü… Offf artık çok sıkılmıştı. Üniversiteyi okurken hayali bu değildi. Uluslar arası ilişkiler okumuştu ve dünyayı dolaşacağı bir işinin olmasını düşlemişti. Ama şimdi Maslak’ta gri, her tarafı camla kaplı, sabahları sıkış sıkış bilmem kaç kat yukarı çıktıkları ego kokan asansörlerle çevrilmişti hayatı. O sabah asansörde kendini motive etmeye çalışırken “bu bir tapınağa çıkan asansör, tepeye vardığımızda efendimiz güneş bizi karşılayacak ve sıcaklığını hissettirecek. Herkese yetecek kadar enerjisi ve ışığı var efendimizin. Buyur edicek beni. “Biliyorum Deniz çok sıkıntılısın bu aralar. Gel birlikte bir yol çizelim”, diyecek.” Derken asansörün kapısı açıldı ve Deniz kendine gelmek zorunda kaldı. Gri –siyah elbiselerin arasına karıştığında  benliğinin ordaki insanlar için çok da önemli olmadığı, koridordan geçen herhangi bir şık plaza kadını olduğunu düşündü. Tanınmıyordu bile. O kadar çok ofisin içinde Deniz  kimdi ki? Hakkaten Deniz kimdi ki?
kadın,sıkkın,bitkin



Çalışamadı o gün Deniz . Sürekli kafası karışık ve hayatının akışını değiştirmek için düşüncelerle dolu geçti saatleri. Yapması gereken işleri yapamadı, bekleyen raporları tamamlayamadı, sürekli ofladı pufladı. Kendisine koyu bir kahve yaptı. Kokusunun ve aromasının biraz olsun kafasını toplamasına yardımcı olmasını umuyordu. Her zaman enerjisini toplamasına yardımcı olan kahve o günkü görevini hakkıyla yerine getiremedi. Olmadı. Hala işlere eli gitmiyordu. Sahip olduklarını düşündü. Elinde ne vardı ki? 40’lı yaşlarına gelmişti. Tüm arkadaşları evlenmiş, birinci çocuğu bırak ikiniciyi bile yapmışlardı. Hiçbir zaman arkadaşlarına benzeyen bir kadın olmamıştı. Evliliği çok da anlamlı bulmuyordu. Ama ya çocuk? İsterse ne olacaktı? Yakında menapozda kapıyı çalıp, müsaade istemeden hayatına giriverecekti. “Yaşlanıyorum”dedi. “Ve elimde hiçbir şey yok, bu gri plazadaki işimden başka.” Bunun için mi gelmişti dünyaya? Hayır tabi ki. Çocukluğundan beri kalıbına sığamayan biriydi. Kardeşlerinden çok farklıydı. O hep sırt çantasını ve fotoğraf makinesini alıp dünyayı dolaşmak isterdi. Bugün geldiği yer ait olduğu yer değildi. Öyle olsa neden birkaç zamandır içi böyle huzursuzdu?

Düşüncelere dalıp gitmişken telefon çaldı. Arayan müdürüydü. Kendisiyle görüşmek istiyordu. Yanına gittiğinde müdürü, İspanya’da açacakları ofisin organizasyonu için birkaç aylığına oraya gitmek isteyip istemeyeceğini sordu. Deniz  hiç düşünmeden”evet” dedi. İşin detaylarıyla ilgili uzun uzun konuştular. O öğleden sonra Deniz  bir nebze de olsa iç huzurunu yakalamayı başarmıştı. Akşam eve giderken yine asansöre bindi. Yine gri-siyah takım elbiselere ve ego kokulu ortama karıştı. Otoparkta arabasına bindi ama çalıştıramadı. Hay aksi bir bu eksikti. O sırada yandaki aracın sahibi geldi. Aracının kapısını açtı ama Deniz ’in arabayı çalıştıramadığını görünce bir sorun olduğunu anlayarak arabanın camını tıklattı. Deniz  camı indirirken bir şey oldu. Tam o anda bir şey oldu. Atmosferdeki ısı katmanları ya da yeryüzünde ısıya dair her ne varsa sıcaklık birimine dönüşerek Deniz ’ın içinde bir sıkışmaya neden oldu. Hay aksi işallah yüzüm de kızarmamıştır diye geçirdi içinden. Bu adam kimdi ve bugüne kadar nerdeydi? Ya da madem ki bugüne kadar burdaydı neden böyle bir günde karşısına çıkmıştı? Camı açarkan bu düşüncelerin hücumu altında beyni zonkluyordu. “Merhaba” dedi adam. “Sanırım arabayla ilgili bir sıkıntınız var. Yapabileceğim bir şey var mı diye merak ettim” dedi. “Allahım ne kadar da kibardı” diye içinden geçirdi Deniz . “Şey, çok teşekkürler. “Çalışmıyor ama neden olduğunu bilemiyorum” dedi. “Ben de tam servisi arıyordum” dedi Deniz . Ne gereksiz bir bilgiydi. Adamı da yardımını da istemiyor ve önemsemiyor gibi görünmüştü. Halbuki konuşmayı uzatmak için can atıyordu. Ah bu kontrol manyaklığı. Bir kere de duygularının akışına bırak kendini be kızım. Bu plazalar ruhunu da grileştirmiş senin diye kendi kendine hayıflandı. Adam “akünüzü kontrol ettiniz mi” diye sordu. Akü mü? Hımmm “hayır“ dedi gülümseyerek. Muhtemelen adam aküye bakacak ve araba pıt diye çalışacaktı. Salaksın Deniz dedi yine içinden.  Gerçekten de adam kaputu kaldırdı ve Deniz’in bir gece önce farları açık unutmasından dolayı bitmiş olan aküyü fark etti. Adam kendi aküsünden destek alarak sorunu kısa sürede çözdü ve Deniz “Size teşekkür borçluyum. Vaktiniz varsa köşedeki kafede bir kahve ısmarlayabilirim” dedi. Adam teşekkür etti “Çok hoş bir teklif ama üzülerek bunu ertelemek durumundayım. Önemli bir işi almak üzereyim ve bu gece üzerinde çalışmam lazım” dedi. “Bu arada ben Mehmet” dedi. “Tanıştığımıza çok memnun oldum ama isminizi bilmiyorum henüz” dedi. “Deniz” dedi. Sadece ismini söyleyebildi. Bu adamın nasıl bir aurası varsa Deniz  kilitlenmiş gibiydi. İyi akşamlar diyerek ayrıldılar. 
erkek kadın
Deniz  arabada giderken sadece adamı düşünüyordu. Yani Mehmet’i. Gerçekten işi mi vardı yoksa onu başından mı savmıştı? Kaç yaşında kadınsın Deniz  liseli kızlar gibi platonik aşık mı oldun diye kızdı kendine. Ama ayağından başına kadar çıkmakta olan bir sıcaklık vardı. Sanırsın ki ateşi çıkmıştı ya da alkolü fazla kaçırmış ve bedeni uyuşmakla ısınmak arasında bir gelgit yaşıyordu. Derken bu sancılı yolculuktan sonra eve nihayet eve varabildi. Kendini üstünü bile değişmeden yatağa attı. İspanya demişti bugün müdürü. Hem terfi edecekti hem de bu sıkıcı iş hayatından başka bir ülkeye gidecekti. Bu önemli bir değişimdi ve bunu geri çeviremezdi. Bütün gece rüyasında tapınaklar, merdivenler, uçaklar gördü. Bir de gitme demesini beklediği Mehmet’i. Sabah uyandığında başına yumruk yemiş gibiydi. Allahtan hafta sonuydu ve kendine gelmek için bolca zamanı vardı. 2 günü vardı. Bu haftasonu gidip gitmeyeceğini kesin olarak müdürüne bildirmesi gerekiyordu. Yüzünü ekşitti keyfi kaçmıştı. Hem bu sabah 9 akşam 6 olan düzenli mesai hayatının dışına çıkmayı istiyordu, hem de yaşayacağı ve çalışacağı yerden keyif almak istiyordu. Evet İspanya şahane bir alternatifti. Ama neden aklından çıkmıyordu bu adam? Alt tarafı bir yardım etti canım noluyordu? Gerçekten de ne oluyordu?

Pazartesi işe gittiğinde otoparkta gözleri etrafı taradı ama umduğunu bulamadı. Ofisine gitti. Kararını vermişti, gidecekti. Burada bulamadığı her ne varsa İspanya’da onu beklediğine emindi. Müdürüne kararını bildirdi. 2 hafta sonra İspanya’da yaşamaya başlayacaktı.

düşünmek
O 2 hafta çabucak geçiverdi. Arkadaşlarla veda yemekleri, aile ile hasret gidermeler, yerine geçecek kişiye işini devretme derken gitme günü geldi çattı. Elinde bileti, valizleri ve çıkış kapısında bekleyen Deniz . İçinden bir yer burada bir şey unutmuş hissini taşıyordu. Hala aklında Mehmet vardı. Bir daha da görememişti bu adamı. Demek ki o gün oraya iş için gelmişti ve gitmişti. İçi acıdı Deniz ’in. “Zaten ne zaman aşk hayatın yolunda gitti ki kızım”dedi içindeki ses ona. Sesleri bastırmaya çalıştı. Bunun bir faydası yoktu. Kapı açıldı ve yeni hayatına doğru ilk adımını attı. Sorunsuz bir yolculuk, İspanya’ya merhaba, kendisi için kiralanmış olan eve yerleşme derken 1 hafta sonra yeni ofiste işe başladı Deniz . Herşey düşündüğünden çok daha iyiydi. Öğlenleri siesta yapılan bir ülkedeydi ve bu zaman zarfında özgürce çıkıp gezebilirdi. İlk birkaç hafta yerinden kıpırdayamadı. İşleri yoluna koyması için epey bir yorucu günler geçirdi. Derken üçüncü haftanın sonunda siesta saatlerinde etrafındaki gizli yerleri keşfetmek üzere ofisten çıkmaya  başladı. Elinde fotoğraf makinesi sokaklarda dolaşıyor ve gördüğü her güzel şeyi deklanşöre basarak ölümsüzleştiriyordu.


iş adamıYine böyle bir öğlen saatinde siesta dönüşü bir toplantıya katılması gerektiğinden ofise yakın bir kafede kahvesini yudumluyor ve toplantı notlarının üzerinden bir kez daha geçiyordu. Ilık bir rüzgar vardı. Saçlarının arasından esip geçerek boynunu sıcak bir el dokunmuşcasına sarıp geçiyordu. Gözlerini kapadı ve bu hissi yaşamak istedi. Gülümsedi ve kendini çok keyifli hissettiğini düşündü. Burada gri ve siyah insanlar, şişmiş egolar yoktu. İnsanlar rahat ve mutluydu. Hayat hızlı değil kendi temposunda ve sakince akıp gidiyordu. Acelesi yokmuş gibi, dakikalar saatlere baskı yapıp kovalamak derdinde değildi. Gözünü açıp kendini toparladı ve notlarını topladı. Masadan kalkıp ofise doğru yola koyuldu. Asansörü beklerken yanında bir an için tanıdık bir koku hissetti. Gerçi kimsenin kokusunu tanıyacak kadar uzun süre geçirmemişti bu şehirde. Öyle yakın bir teması da olmamıştı hiçbir erkekle. Kimin bu koku diye başını çevirdiğinde kalbi içinde çalkalanır gibi harekete geçti. Başı döndü, dünya döndü ve orada durdu. Bu Mehmet’ti. Beyninin sorduğu tek soru “Nasıl yani , nasıl yani?” demek oldu. Mehmet’in sesiyle kendine geldi Deniz . “İyi misiniz?” dedi. “İyiyim” diyebildi. Ne büyük yalan. Bu garip duygu onu iyi mi yapıyordu, kötü mü emin değildi ki. Mehmet’in yüzünde Deniz ’in içinden geçenleri okuyormuşcasına bir gülümseme vardı. O da şaşkındı gerçi. Bu tesadüf gerçekten garipti. Otoparkta bir kere karşı karşıya gelen iki insan, dünyanın başka bir ülkesinde aynı asansöre binmek için bekleşiyorlardı. Önce Deniz bozdu sessizliği kadınca merak duygusu galip geldi. “Burada ne işiniz var” dedi. Mehmet de “Tam da aynı şeyi ben size soracaktım” dedi. Kesin olan bir şey vardı ki bu adam güldüğünde etrafında bir hare oluşuyordu ve Deniz’in içinde binlerce kelebek aynı anda uçmaya başlıyordu. “İstanbul’daki ofisten buraya gönderildim. Artık İspanya ofisinin başına geçtim. Peki ya siz?” dedi. Mehmet de o gün yapılacak toplantıya piyasaya yeni sürülecek olan bir ürünü tanıtmak için gelmişti. Asansör geldi ve beraber bindiler. 4. kat düğmesine aynı anda basmaya çalışırken parmakları birbirine değdi ve birbirlerine bakıp gülümsediler. 
iş ilişkisi 

yarın...


yarınYarın...Umut dolu bir sözcük.. Bugün yaşanılanlar burada kalacak ve yarın yeni bir gün yeni umutlar diyerek ya nasip diyerek güne başlayacağız. Bugün düşünmek istemediğimiz kötü şeyleri yarına erteleyerek bugünkü yükümüzden sıyrılacağız. Yarına henüz günü gelmemiş bir sorunu yükleyeceğiz ama yarın olunca da o sıkıntıyı diğer yarına yükleyerek tüm sıkıntılı durumlarımızı hiç gelmeyecek bir yarına atfedebilir miyiz? Kırmızı kar yağınca derler ya kırmızı kar acaba burada hiç gelmeyecek olan bir yarını, bir belirsizliği mi işaret ediyor? Yarın, bugünün ertesi günü bir sonraki gününse dünü olan kavram.. böyle bakınca epay karmaşıkmış aslında. Mesela ünlü bir siyasetçimiz zamanında "dün dündür, bugün bugündür" demiş ama yarını öksüz bırakmıştır. Yarınla ilgili bir şey söylemek de güçtür. Geleceği bilemiyoruz ve yarında bizi bekleyen neler var kestirip yorum yapmak aslında çok zor. Sadece bugünden referans alarak öngörülerde bulunma şansımız var ama yarın gelmeden bize ne getireceğini bilemiyoruz. Yarın ancak bugüne döndüğünde içindeyken kendisini anlamlandırabiliyoruz...Yarın olan bugüne başlayınca da bir sonraki yarının telaşı alıyor bizi.. Yarın çocuğun toplantısı var, yarın faturalar ödenecek, yarın akşam sevgilimle buluşacağım... Beklenen, planlanan anlar ve zamanı gelince yaşanmış ve bitecek olanlar.. 

Yaşanıp bitince de dünün satır aralarında kendilerine bir yer bulacaklar.. Anı olacaklar.. anılacaklar.. ya da unutulacaklar..

sağlık ol-ma-sın

sinirlenmekAklıma geldikçe sinir olduğum şeyler var benim. Sağlık olsun diyerek geçiştiremediğim. Hem neden sağlık olsunmuş ki? Olaya sebep olan kişi "sağlıklı" bir birey olsaydı "sağlık olsun" demeye gerek kalmazdı ki! Şu kelimelerin anlamları da ne ilginç, sağ-lık, -mal-lık gibi (mal burada sağ olmasına tahammül edilemeyen kişi manasında.) Tamam sağ-salim olma durumundan geliyor muhtemelen sağlık kelimesinin kökü. Ben de o zaman sol-luk kelimesini literatüre katmak istiyorum. Böyle soldan soldan geldiler mi Allah ne verdiyse girişmek için. Sağlık olsun diyerek geçiştiremediğimiz,içimizdeki sinir olmak eyleminden, sakin olmak eylemine geçemediğimiz durumlarda duruma cuk oturan "solluk" kelimesi bence herşeyi çözer. Tıpkı kolluk kuvvetlerin herşeyi biber gazıyla çözdüğü gibi. Sal gazı ortaya, orada kim varmış, hasta mıymış, bebek miymiş, yaşlı mıymış hiçççççç düşünme! Onlara da "kolluk" yerine "Robotcopluk" kelimesini literatüre katıyorum. Robotcoplar kendilerine her söyleneni sorgulamadan (ki robotlar zaten ne beyni ne sorgulaması canım!) "emredersiniz efendim" koşulsuz kabullenişiyle rap rap rap diye koşarak yaparlar. Madem ki sorgulamadan yapılan eylemler,insanları düşünmeye sevk etmeyen, kanıksanabilen ama acımasız eylemler prim görüyor son günlerde, ben de solluk anımda önüme gelene basıcam sopayı! "Malum bu sabah solumdan kalktım" diycem! "Elimin tersinde ne işin vardı?" diycem. "Müsait bir yerde durur musunuz soldan gelen bu zavallı sağda müsait bir yerde inecek" diycem. Sahi trafik İngiltere'deki gibi ters aksaydı, o zaman "solda müsait bir yerde inecek var" mı diycektik? Anladım ki bugünlerde kafam "hadi hop, soldan sağdan, yandan yandan..."

zil

5 Mart 2014 Çarşamba

el,kapıZil çaldı ve Gönül Hanım yere yığılıverdi. 
O gün Ocak ayının en soğuk günüydü. Kar, tipi ve deli gibi bir soğuk. Gönül Hanım her zamanki gibi kahvaltısının ardından kahvesini eline almış, pencere kenarındaki koltuğuna kurulmuş ve karı izlemeye koyulmuştu. Aklında binbir türlü düşünceler...O gün eşinin ölümünün (!) 5. yılıydı. Daha doğrusu o korkunç felakette kaybolmasının 5. yılıydı. 5 yıl önce yaşanan depremde Gönül Hanım çocuklarının yanında şehir dışındayken eşi evde depreme yakalanmıştı. Evleri yıkılmamıştı ama eşi o korkuyla kendini dışarı atmıştı. Komşular en son onu merdivenlerden kaçarken görmüştü. O günden sonhra da ne ölüsünü nne dirisini bulamamışlardı. Gönül Hanım kendini evine kapatmış, o günden sonra camın önünde hayaller kurup seyre dalmıştı hayatı, bir kahvelik düşler eşliğinde. O sabahta bu düşüncelere dalıp gitmişken kapı çaldı. Yan komşusu Ayla Hanım sabah kahvesine eşlik etmeye gelmiş olmalıydı. "Geliyorum" diyerek kapıya yöneldi. Kapıyı açtı ve olduğu yere yığılıp kaldı. Eşi Necati sapasağlam karşısındaydı.

bazıları

bazıHikayemiz bazıları adına. Bazıları aslında bir ötekileştirme biçimi. Senden olmayanı, senin gibi düşünmeyeni, genelde iğneleme amaçlı konuşmalarda "Bazıları" diye adlandırırız. Onlara göre de sen bazısındır, kimisindir. Çizginin ne tarafında olduğuna bağlı olarak ya bazısı oluyorsun ya da hepimiz.. 
Mesela sen şanssız hissediyorsan kendini bazıları şanslıdır senin gözünde. Bazıları mutludur sen üzüntüden kahrolurken. Bazıları hayat doludur sen yorgunluktan bitap düşmüşken. Bazıları çok güzeldir, sen ergen ve sivilcelerinle baş ederken. Senin gibi olmayanlar, bazıları, onların tarafına geçsen senin tarafın nasıl gözükecek acaba? Onlar kendilerinde olmayan neyle kıyaslama yapacak ve imrenecekler senin hayatına? 
Çok sevdiğim bir şarkı sözü takıldı şimdi de aklıma.. "bazı yalanlar güzel, bazı gerçekler acıymış.. "

dükkan

sihirli değnekKüçük, dar, arnavut kaldırımlı bir sokakta taştan bir binanın giriş katındaydı bu dükkan. Sihir satılırdı içinde. İsmi yoktu, kimin hangi sihire ihtiyacı varsa onun için dükkanın ismi değişiyordu, alınan sihre göre. 
Bu sabah gelen müşteri çok değişik bir sihrin peşindeydi. Dokunduğu kişilerin birbirlerine bir sırlarını söylemelerini, sonra bu sırlarla ilgili kendi kısa filmlerini yapmalarını istiyordu. Sonra bu kısa filmleri, "hayatın sır parçaları" adlı bir kitapta birleştirecekti. Bu kitabı açan içinde konularına göre ayrılmış sırlar bulacak ve bunlara dokunduğunda film oynamaya başlayacaktı. Dükkan sahibi şaşkındı. "Neden böyle bir sihrin peşindesin" diye sordu. Kadın "Bugüne kadar insanların benden sakladığı sırlar beni çok üzdü. Hatta hep aptal yerine kondum. Artık ben dokununca gönüllü olarak en gizli sırlarını itiraf edecekleri bir sihir gücüm olacak. Ben de bu sırların filmlerini arşivleyip beni üzen olursa yayınlayıp intikamımı almış olacağım." Dükkan sahibi böyle bir sihirin yapılmasını istemiyordu, derin düşüncelere daldı. 
Derken zil çaldı ve Sibel yeni bir güne uyandı. Yine çok acayip rüyalar görmüştü. "hayrolsun bakalım" diyerek giyinmeye başladı.

mektup

zarf,mektupmektuplar.. çocukluğumdan birer hatıra şimdi hepsi. artık e-mail var çünkü. çocukluğum istanbul dışında geçtiğinden istanbuldaki aile büyükleri ile mektuplaşılırdı. önce annem yazardı anneanneme, sonra arka sayfada bana bir yer ayırırdı ben de birşeyler yazardım kendimce. telefon yok, e-mail yok hele hele cep telefonu hayal dünyamızda bile yok. mesela acil bir şey için nasıl haber verebilirdin ki? birinin hasta olduğunu yazıp yollasan mektup sana ulaşana kadar ya iyileşmiş ya da durumu daha da kötüleşmiş olacak. sen bu durumda neye üzünüp neye sevineceğini bile bilemeyeceksin. 
bir de annemle babamın mektuplaşmaları vardı. babam çok kitap okur, o zamanlar da epey romantikmiş hani. neler döktürmüş anneme. sonradan biraz hödük ve ruhsuz olmuş gerçi ama yozlaşma diyelim biz buna. adam polis ne de olsa mesleki deformasyon. ama güzeldi o mektuplar... okumayı çok severdim. gizli gizli okurdum onların özeline girerdim. ne keyif alırdım sormayın gitsin. sonra bir gün annem sinirlendi babama aldı hepsini sobaya atıp yaktı. çok üzüldüm bari bir tanesini saklasaydın ya :( şimdi bu yaşımda yeniden okumak isterdim oysa ki, çocuk bakışından sıyrılınca nasıl bir sevgiydi aralarındaki? o mektuplardaki adama ne olmuştu da değişmişti şimdi? peki ya annem... şimdi yaz deseler böyle güzel bir mektup yazabilir miydi yeniden? 
ben bu mektup döneminde yetiştim belki ama ben aklı başında sevgili yapana kadar mektup falan kalmadı ortada. ben de yazardım epey romantik şeyler ama sonrasında çok gülerdim sanırım kendime. bir de aşk biticek mektuplar kalacak geriye. oysa bir aşk bitti mi hiçbir kanıt kalmamalı ortada sonra canını çok yakar bir yerde karşına beklemediğin bir zamanda çıkarsa.

oluyor...

Oluyor mu acaba? Olan ne olmayan ne? kime göre ya da neye göre oluyor olanlar? olanları belirleyen gizli güç ne? perde arkasında kim yönetiyor olanları olmayanlara nasıl karar veriyor olmasın bu diye? Olmasın dediği şey ya benim için olması gereken birşeyse? neden engel oluyorsun kısmetime? sen kim oluyorsun da olması gerekenle olmaması gerekeni ayrıştırıp bana ortaya bir karışık sunuyorsun. ben senin oluruna olmazına olur olmaz karışıyor muyum hem? kader denilen şey sen misin bütün bunları düzenleyen canavar? elimden aldıkların için senin hayrınaydı olmaması mı diyorsun başka bir alemde acaba? o yüzden mi sana şarkılar yazılıyor kader kahpe kader diye? ağlarını ördün mü diye soruyorlar? demekki şu insanların mutsuz olmalarında kader var. kader kelimesi kullanıldığı yerlerde genelde olumsuz bir anlama işaret etmez mi? kaderi böyleymiş, kısmet, herşey olcağına varır? eee suçlu ortada? kader! madem bulduk dayansak ya kapısına? sen bi aşağı insene kader bir şey diycem sana! bir kere de olumlu bir cümlede geç be kader! vay be kadere bak ne şans denmiyor cümlelerde nedenini açıkla bana. sen ayağımıza dolanan bir ip misin, sarıp sarmalayarak önümüze engeller mi inşa ediyorsun anlat bana. seninle bir alıp veremediğim var alacaklarımı ver bana... ben kaderimse çekmem arkadaş.. kaderimi değiştirmek için sınırlarımı zorlarım. belki de ondan benim de isyanım. hayır bu böyle olamaz, olmayacak demelerim. inat değil mi işte kadere inat diyerek şansımı sonuna kadar zorluyorum. yaşanmamışlıkların pişmanlığı bana misafirliğe gelmesin diye.

küsür

Küsürler, matematiksel olarak çok şey ifade eder. Mesela virgülden sonra gelen küsürlü kısım sizin bir üniversiteye girip girmeme durumunuzu netleştiren ayrım olabilir. Yaşını söylemek istgemeyen kadınlar 30 küsür derler. Sanki biz tahmin edemiycez o küsürleri. Küsürat denilen şey artık demektir. Artmış, bir yere dahil olamamaış açıkta kalmış bir şey gibi. Mesela dört senede bir 29 çeken Şubat ayı. o 29. gün dünyanın dönüşlerinden arta kalan küsürat işte. Bir gün edebilmek için 4 sene bekliyorlar. Ama neden Şubat'a eklenmişler? Hem Şubat ayının günahı ne o 28 gün çekerken diğerleri 30-31 çekiyor? Bu bilim de zor iş valla. Adamlar bunların açıklamalarını bulmak için araştırmalar yapıyorlar. 29 Şubat'ta doğmuş olmak ne gariptir ama. Doğumgününü gerçek gününde kutlayabilmen için 4 sene beklemen lazım. Küsür çocuğusun sen. O gün doğan insanların psikolojisi nasıldır acaba? Bir de nüfus cüzdanına da genelde 29 Şubat da yazılmaz 1 mart derler. Şubat yahu sen bırak günü ayı değiştiriyorsun. Belki de uyanık ve unutkan erkekler içindir bu gün. O gün evlensinler de 3 sene boyunca evlilik yıldönümlerini unutma lüksüne sahip olsunlar bunu da Şubat'ın üstüna atsınlar. 4. yıl nasıl olsa hatırlatır birileri ve onlar da 4 senede bir hediye alarak eşlerine bu yükten kurtulmuş olurlar.

açmak

açmakAçmak , açılmak..Bir merhaba demek dünyaya.. Bir tohumun açması dünyaya yeni bir çiçek sunmaktır. Hava açtı deriz yani karanlık bulutlar gitti, yağmur dindi artık hava güneşli deriz. Ufkum açıldı derken yeni bir şey öğrenmek bir bilgiye kavuşmayı ifade ederiz. Ağaçların çiçek açması "heeeeey önümüz ilkbahar" demektir. Zamansız açan çiçeklere üzülürüz , bozulacaktır onlar biliriz. Çünkü o havanın koşulları çiçeğe uymayackatır. Ama inatçıysa o da zorlar belki şansını. 
Açılmak... Değişmek, gelişmek, dönüşüme uğramak.. Açılan bir kapı davettir mesela.. Gel benim dünyama demektir. Seni bekliyordum demektir. Nerde kaldın? demektir. Mesela Alice de harikalar diyarına açılan kapıdan girmişti içeriye. Bambaşka bir dünyaya girmişti aslında. Ama ben onun güzel mi kötü mü olduğuna hala karar veremedim. Ben Alice olsam delirirdim orada. O tavşan kocaman ve ürkütücü.. Saatler bir acayip , yumurtalar falan. Salvador Dali'nin kafa patlatan resimleri gibi. Bir çocuk nasıl eğlenir ki Alice'in dünyasında. Benim için kabusa açılan kapı olurdu heralde. Demek ki Alice'de var bir arıza. Baksana saçma sapan bir dünyada mutlu olmuş garibim. Alice arkadaşım olsa suratına iki şaplak atıp "heeyyyyyy kendine gel" derdim :)

örtü

çarşaf,eşarp,başörtüsüÖrtü bana örtünmeyi çağrıştırıyor. Örtünmek de Afganistan, Pakistan, İran gibi şeriatın hakim olduğu ülkeleri aklıma düşürüyor. Ve yavaş yavaş onlara benzemeye başlayan Türkiye'yi. Gördüğüm kara çarşaflı kadınların bende uyandırdığı ürküntüyü.. Türbanlı kadınları beynimin nasıl ötekileştirdiğini anımsıyorum. Önyargılarımı düşünüyorum. Eskiden onlara karşı bu denli bir öfkem yoktu. Şimdilerde direkt ayrımcı bir insan gibi davranmaya başladım. Çünkü bizim üstümüzdeki güçler tarafından ötekileştirmek mübah kılındı. İnsan olmanın ötesinde onun tarafındakiler ve diğerleri kıstası oluştu. Halbuki hepimiz aynıydık önceden. Kimse kimseyi ötekileştirmeden örtünebilir veya açık gezebilirdi. Örtülünce ayıplar mı gizleniyor sanki? İnsan hata yapmaya meyilli bir varlık örtünse de bir örtünmese de...
Niyet önemliyse şayet örtünmek kusurlarımızı da örter mi? Yoksa insanlar içten içe kendi art niyetlerini ve kusurlarını mı örtmeye çalışıyorlar? Belki de dini unsurlarla hiç ilgisi yoktur bu örtünmelerin. Belki içimizdeki karanlığı, boşluğu, kiri örtmeye çalışıyoruz. Ne kadar çok örtersem o kadar görünmez hesabı. O zaman çarşaf giyenlerin  içlerinde belki de büyük karanlıklar var. Kimse görmesin diye sıkı sıkıya kapattıkları, kapattıkça kararttıkları...

yarın

Yarın...Umut dolu bir sözcük.. Bugün yaşanılanlar burada kalacak ve yarın yeni bir gün yeni umutlar diyerek ya nasip diyerek güne başlayacağız. Bugün düşünmek istemediğimiz kötü şeyleri yarına erteleyerek bugünkü yükümüzden sıyrılacağız. Yarına henüz günü gelmemiş bir sorunu yükleyeceğiz ama yarın olunca da o sıkıntıyı diğer yarına yükleyerek tüm sıkıntılı durumlarımızı hiç gelmeyecek bir yarına atfedebilir miyiz? Kırmızı kar yağınca derler ya kırmızı kar acaba burada hiç gelmeyecek olan bir yarını, bir belirsizliği mi işaret ediyor? Yarın, bugünün ertesi günü bir sonraki gününse dünü olan kavram.. böyle bakınca epay karmaşıkmış aslında. Mesela ünlü bir siyasetçimiz zamanında "dün dündür, bugün bugündür" demiş ama yarını öksüz bırakmıştır. Yarınla ilgili bir şey söylemek de güçtür. Geleceği bilemiyoruz ve yarında bizi bekleyen neler var kestirip yorum yapmak aslında çok zor. Sadece bugünden referans alarak öngörülerde bulunma şansımız var ama yarın gelmeden bize ne getireceğini bilemiyoruz. Yarın ancak bugüne döndüğünde içindeyken kendisini anlamlandırabiliyoruz...Yarın olan bugüne başlayınca da bir sonraki yarının telaşı alıyor bizi.. Yarın çocuğun toplantısı var, yarın faturalar ödenecek, yarın akşam sevgilimle buluşacağım... Beklenen, planlanan anlar ve zamanı gelince yaşanmış ve bitecek olanlar.. 
Yaşanıp bitince de dünün satır aralarında kendilerine bir yer bulacaklar.. Anı olacaklar.. anılacaklar.. ya da unutulacaklar..

Mutlaka

delirmek,çıldırmak"Yarın 20.00'de mutlaka falanca yere gel anlatacaklarım çok önemli" dedi telefondaki ses. Off dedi içinden. Yine ne oldu acaba. Konuşmayı çok severdi Nesrin. Kadın konuşmak üzerine programlanarak dünyaya gönderilmişti. Üremesi için bile cinsel ilişkiye değil, konuşmaya ihtiyacı vardı kadının. Kendi gibi çok konuşan bir adam bulsa pırt diye çocukları oluvericek sanırdınız. Ve yine analatacağı çok önemli bir şey vardı. Haa bir de bu var. Anlatacakları çok önemlidir. Mutlaka dinlemeniz gerekir. Sanki bize evrenin sırrını verecek gibi toplar etrafına, ya işyerinde kızdığı müdürünü, ya kavga ettiği kız kardeşini, ya trafikte kendisini sıkıştıran kamyon şoförünü ya da sürekli ayrılıp barıştığı eski sevgilisini anlatır. Bu seferki ne acaba diye düşündü. Bu sefer hangi hikayenin tekrarına başlayacak? 
Ertesi gün akşam sekizde Nesrin'in söylediği yerde toplandılar. Dört yakın dosttular. En önemli görevleri de Nesrin'in çok önemli hikayelerini dinlemekti. Ancak Nesrin bu kez çok yorgun ve üzgün görünüyordu. Cansızdı gözleri. Bembeyazdı teninin rengi. Telaşlandılar. Nesrin çantasından bir dosya çıkardı ve masaya uzattı. Doktor raporuydu bunlar. Belli ki bir şey vardı bu sefer. Meraklandılar. Nesrin dosyayı açtı ve hamile olduğunu söyledi. Bu ayrılıp barıştığı sevgiliden bir çocuğu olcaktı.

Getir

"Akşam saat 8'de parayı hastaneye getir." Ne yapacaktı? Kesin bir emir cümlesi ile karşı karşıyaydı. Parayı bulamazsa abisinin hastane masraflarını karşılayacak hiç kimse yoktu. Çaresizdi. Kaderine lanet etti. Yine her zamanki gibi en iyi bildiği şeyi yaptı yani. Bir işi vardı ama kazandığı para hiçbir şeye yetmiyordu. Bir de bütün sıkıntılar parası olmayanları özellikle buluyormuşcasına başlarına geliyordu. Derin bir iç çekti. Cebinden bir sigara çıkarıp yaktı. O an çaresizlikten sadece ölmeyi dileyebildi. Tüm sıkıntıları ardında bırakmak. Oraya gidince de kontenjan açığından abisini de yanına almak. Zaten iki kardeş bir başlarına yaşayıp gidiyorlardı. Buna yaşamak denirse elbet. Bir eşleri olmamıştı. Kİmse gönlünü onlara kaptırmamıştı. Böyle çulsuz bir adamı kim ne yapsındı ki? Ah be kader dedi içinden, bir gün mutlu etmedin bizi. Sürekli sabrımız sınandı durdu senin tarafından. Hayatımı kendi istediğim gibi yaşayamadım ama belki ölümümü ben gerçekleştirebilirim, dedi. Sigarasından derin bir nefes daha çekmişti gece karanlığı getirirken.

boğan

konuşmakÇenesiyle sizi boğan insanlar var. Konuşmasıyla sizi esir eden, anlatacak içi boş ama çok şeyi olan, konuştukça sabun gibi köpüren, köpürdükçe iğrençleşen, ellerini boğazına dayayıp boğmak istediğiniz insanlar var hayatta. Sabahın daha karga bokunu yemeden dediğimiz saatinde sen bu enerjiyi nerden buldun arkadaş? gece uykunda konuşamadan geçirdiğin saatlerin acısını biz günahsızlardan çıkarmaya çalışman neden? Bazen bunu telefonda da yaparlar. Gerçi çok konuşana fark etmez ama anlatır da anlatır. Yahu bir sorsana müsait miyim, işim mi var, o sırada sevişiyor muyum, yoksa bir otobüste sıkış sıkış ayakta ve sıcaktan bayılmak üzere miyim? Sanki dünyada sadece kendisi ve anlatacakları varmışcasına anlat babam anlat bitmez. Ulan yaşadığın bir bok da yok üstelik neyi anlatıyorsun diye düşününce anlatmaya annesinden başlayıp, Karadeniz'de dağların denize paralel uzanması noktasında yaşam koşullarının orda çok zor olduğunu bunu da geçen yıl gittiği karadeniz turundaki rehberin anlattıklarından bildiğini, o rehberin de turdan bir kıza asıldığını, ama kızın da saçlarının renginin çok kötü olduğunu, eve dönerken mola verdikleri yerde yediği tatlının midesini bozduğuna kadar anlatır da anlatır. Siz yorgunken, siz dinlemek istemezken, siz uygunsuz bir durumdayken.. Araya girecek olup "aslında..." diye söze girecek olursun ama ne mümkün. Açtığınla kalırsın ağzını. Sana konuşma izni verdimi de sen araya girmeye çabalıyosun behey akılsız?

ölmüş

ölüm,ayak
Telefondaki ses "başınız sağolsun" demişti. Söyleyene kolay, başsağlığı dilenene ne ağır bir cümleydi. Ölmüştü. Almanya'da yaşıyordu ve sık sık eşiyle birbirlerine katlanamadıkları için İstanbul'a geliyordu. Birkaç haftadır İstanbul'daydı. Akrabalara yine hediyeler getirmişti gelirken her gelişinde yaptığı gibi. Ama bu kez o hediyeleri sahiplerine ulaştıramadı. Eşyalarını topladıklarında, çantasından 300 lira para, sigarası, çakmağı, bir paket selpak mendil, dönüş bileti ve gözlük bezi çıkmıştı. Bir insandan geriye kalan bunlardı işte. Eşiyle kızından uzakta ölmüştü. Onlar Almanya'dan gelene kadar fişi çekilmişti bedeninin. Kanserdi ama ölümüne sebep olan beynindeki habersiz yaşayan tümördü. Bu kez İstanbul'a eceline gelmişti. Uçağa binerken bunu hissetmiş miydi acaba? Dönüş biletini de almıştı gelirken, kimbilir hangi tarihe kesilmişti? Şimdi ne olacaktı o bilete?