gittik

30 Nisan 2014 Çarşamba

gitgittik.. aslında gitmeyi hiç istememiştik.. ne yazık ki her gelişin bir gidişi vardı tıpkı mevsimler gibiydi hayat da.. gelen gider, giden gelmez, bekleyen çürür, gidenler nerdedir bilinmez.. gittik belki de hiç gelmemeliydik..Hiç hazır da değildik üstelik burada yaşamaya. mecbur ettiler, gelenin gideni arattığını yaşayarak öğrenmemizi istediler..Öğrendik. her yeni adım bir başlangıçtı ardında pişmanlıklar bırakmasaydı..Pişmanlıklar, peşini bırakmaz ki insanın. Yaptığından değil aklında kalandan en çok çekiyor insan. Bilinmezlik, gizem. Olsaydı belki de felaketi olcaktı insanın bilmiyor ki. Ama kalbinde kalmış yarası, öğrenmek istiyor. sonu besbeter olsa da canını kanatacak olsa da yaşamak istiyor insan. Gelene git denmez, gidene gel denmeyeceği gibi. Giden gitmişse dön desen ne fayda, kalacak olsaydı çıkar mıydı hiç o yolculuğa? Yolculuk...Bilinmezlik...Vardığın nokta mı önemli yolculukta gittiğin yön mü, yoksa hislerin mi? Hem hepsi hem de hiçbiri belki. Gitme! derken için elini sallıyorsan ardından, hayatının geri kalanında yaşayacağın pişmanlık boynuna asılmış bir ilmek gibi sıkacak soluğunu. Ah keşke diye başlayan cümleler sırdaşın olacak, serde güçlü olmak varsa içine akacak, içinde büyüyen düğümler büyüdükçe büyüyecek, çözülmez hale gelinceye kadar da farkında olmayacaksın. Olsan da bir şey değişmeyecek. Gitti.. ki kal demeyi bilseydik gitmezdi belki. 

...

29 Nisan 2014 Salı

mitoloji,arıza“Uçuşa geçti tüm böcekler,
Kanımı emdi gitti sürüngenler,
Şu karafatma sırdaşımdır benim,
Kocamsa bir bok böceği bildiğin.”

Duvara yazdığı 378. şiirde bu dörtlükten oluşuyordu Cevriye’nin. Üç haftadır sürekli ya birşeyler mırıldanıyor, kendince besteler yapıyor ya da duvara elinin hızının yettiğince birşeyler karalıyordu. Kocasını kaybettiği günden beri Cevriye’nin kadın bedeni de kimliğini yitirmiş, üzerinde elbiseler taşıyan bir hayalet  bedeni vardı sanki. Ne zaman uyuduğu, uyandığı belli değildi. Aklının ipleri, şişten çıkmış ilmekler gibi sökülmekte, söküldükçe halisünasyonlar derinleşmekteydi. İşte yine başlamıştı yazmaya. Aklının  rüzgarı hangi yöne eserse o yönde yazıyordu. En çok böceklere takmıştı. Böceklerin kalın kabuklu ve büyük gözlü olanlarına takıntılıydı bu aralar. Ateşte yanan böcekler için ağıtlar yazıyordu şimdi. Kendi bedeninde de bir ateş kılıcı kalbinin etrafını çiziyordu inceden inceye. Çizdikçe canı yandı, yazdıkça heyecanlandı. Bütün gece uyumadan yazdıkça yazdı. Yorgunluktan sızıp kalana kadar devam etti. Uykusunda bile zihni yazmayı aceleyle sürdürüyordu. Rüyasında kocasıyla son gittiği davette gördü kendini. Alımlı  Cevriye ve kocası Fikret yine herkesin göz hapsinde, tüm dikkatler üzerlerindeydi. Bu davetten üç gün sonra kalp krizi geçirmişti kocası. O güne kadar kocası dışında hiç kimseyle bir etkinlikte bulunmayan Cevriye yapayalnız kalmış ve acısını duvarlara yazdığı dörtlüklerle atmaya çalışmıştı. İlk başlarda ürkütücü boyutlarda değildi ama gittikçe aklı başından başını alarak gitmiş gibiydi. Kimseyle konuşmaz, kimseyi duymaz olmuştu. Kendi kendine konuşması dışında hiçbir şey kalmamıştı Cevriye’den geriye. Uykusunda mırıldandı son dörtlüğünü, eşi Fikret’e kavuşmadan tam 5 dakika önce:

“ Kalbimi sokup sokup gitme akrep,
Boynumdan zehirli kıskaçlarını çek,
Özgür bırak beni ki gideyim artık buralardan,
Örümcek ağından yatak hazırlamış bana kocam,
Saçlarıma takacakmış ateş böceklerini,
Derin bir uykuya hazırlarken bedenimi.”



şemsiye

11 Nisan 2014 Cuma

kumsalBen en çok plaj şemsiyelerini severim. Sapsarı altın tozu gibi uzanan kumsallarda rengarenk, altında insanların dilediğince tembellik yaptığı, karşısında bembeyaz köpüklü turkuaz rengi denizin uzandığı renkli şemsiyelerin altında keyif çatmak hayatın gerçek anlamı olsa gerek. En azından benim için öyle. Şimdilerde yazı belli ki çok özleyen birilerinin ürettiği rengarenk ve kocaman yağmur şemsiyeleri var. Sanki şehir içinde bu şemsiyeleri kullanınca yağmur ve kasvetli havadan zevk alıcakmışız gibi. Hem yağmur şemsiyeleri neden kocaman olur ki? Bir şemsiyenin altında beş kişi birden yürünmez ki. Zaten birileri hep dışarda kalır ve bir tarafı mutlaka ıslanır. Plajları çok özleyenler bu rengarenk şemsiyeleri çok amaçlı kullanıyor olmalı. O kocaman şemsiye ile dar bir sokakta yürümek yan tarafından geçen kişinin hayatına müdahil olmak demek. Ya çarparsın, ya telleri saçına takılır, ya dolanırsın ya da o teller gözünü hedef alır. O nedenle mümkün olduğunca küçük şemsiye kullanmak lazım hem sıcak ve samimi bir yağmur romantizmi yaşatır, hem de yanınızdan geçen yabancılara şemsiyenizle taciz uygulamazsınız. 
Şemsiye demişken yağmurları hiç sevmem. Hele ki kışın yağmayıp baharın ve yazın gelmesini sabote eden serin hava eşliğindeki zamansız yağmurlardan hiç ama hiç haz etmem. Her şey mevsiminde güzel nisan yağmurları temmuzda yağsa keyfi kalır mıydı? Ya da temmuzun kafası karışmaz mıydı?

Ayrılık...

ayrılıkAyrılık... İçinde başka hiç bir duyguyu barındırmaya izin vermeden başlı başına hüzün simgesi olan kelime.. Adını duyduğumuzda bile altından keyifli bir şey çıkmayacağı kesin. Hangi ayrılık güzel olabilir ki? Ayrılmak bir yerden, bir kişiden, bir evden belki bir süreliğine belki bir daha dönmemek üzere vedalaşmak ve gitmek. Hep hüzün dolu, kırılan bir tarafın olma ihtimalinin yüksek olduğu, gidene belki keyif verecek olan ama kalan için mutlaka üzüntü kaynağı olacak bir duygu. Ayrılık acısı ise ölüm acısına eşdeğer sanki. Hayatında yanında olan birisine herhangi bir nedenden dolayı bir daha dokunamayacak olmak, kokusunu duyamamak, nasıl nefes aldığını işitememek, o gün üzgün müdür keyifli midir bilememek, hele ki ayrılınılan kişi sevgilisiyle başka bir yerdeyse kiminle birlikte olduğunu hayal edememek...Bunlar bir ölüm acısı gibi değil de nedir ki o zaman? Ayrılıklar olmasaydı kavuşmaların anlamı kalmazdı demiş bazı şairler. Kavuşmanın anlamlı olması için illa ayrılmak mı lazım?Bir insan birini çok seviyorsa neden ayrı kalmak zorunda kalsın? Bu kavramın olmadığı bir gerçeklik olsa ve herkes olduğu yerde kalabilse nasıl olurdu yaşantımız acaba?Mesela dalından kopan yaprak toprağa düşerken dalın canı yanar mı mesela? Ya yaprak? Toprağa kavuştuğu için mutlu mudur yoksa uzun zamandır tutunduğu dalı özlemekte midir? Yere düşmesi bir son mudur yoksa ağacın özüne kavuşmayı sağlayacak bir yolculuk mudur? 

O gece...

10 Nisan 2014 Perşembe


dolunay
Bütün geceler aynı karanlıktayken o gece bu gece şu gece ne fark eder ki? Kutuplarda yaşasan altı ay boyunca o geceyi yaşayabilirsin çünkü gece hiç bitmemiş olacaktır senin için. Altı ay gündüz olduğunda da senin o gece ile başlayan bir cümle kurabilmen için altı ay öncesinden hikayeler anlatman gerekecek. Demekki zaman farklı kıvrımlara sahip senin o gecen bir başkası için hiç başlamamışken, sen gündüze geçtiğinde orada bir gece yaşanacak.. Düşününce insan bu uçsuzluk karşısında şaşakalıyor. Zaman dediğimiz aslında ne ki? Belki de gerçekten bükülebilen bişeydir. Sen burda gündüze doğru zamanı büktüğün için bir başka yerde gece olmasına neden oluyor olabilirsin. Paralel evrene falan da gerek yok dünyanın mantığı aslında bu şekilde... Sen geceyi yaşarken Amerika'da henüz gündüz yaşanıyor ve sen yeni güne başlarken onlar geceye başlıyorlar. Senin günün biterken orda "gece daha yeni başlıyor bebeğim" cümlesi sarf ediliyor.
Bu nedenle de o gece diye başlayan bir cümle kurarken hangi gerçeklikte olduğu meçhul kalacak belki de. Burada o geceyken dünyanın bir başka köşesinde gece mi gündüz mü, kimin günü hangi saatte bilinmez olacak. Her gece karanlık değil belki de bu nedenden. Öyleyse karanlık ve aydınlık kavramları da bir yanılsama değil mi? Neresinden bakarsan ya da dünyanın hangi bölgesinden insanlığa bağlanırsan o tarafa göre değişen bir gerçeklik. O zaman karanlık gecelerin suçu ne? Baksana bir başka zaman diliminde karanlık bile olmuyor ki o gece...

Bulutlar...

2 Nisan 2014 Çarşamba

hayal,fantastik"Bulutlar yüklü ha yağdı ha yağacak üstümüze" .. diye başlar şarkı. Gökyüzünde belli ki yoğun bir trafik var ve bulutlar yüklenmiş ve birazdan damlalarını dünyaya bırakıp, kimi aşıkların, kimi şemsiyesiz evden çıktığı için yağmura sövecek olanların, kimi arabanın sıçrattığı sudan ıslanacakların, kimi arabasının lastiğini nemli zeminde kaydırıp öndeki arabaya toslayacak olanların üzerine yağacak. Kimisi ellerini açıp sevinecek, şükredecek bu keyfi yaşayabildiği için, toprak kokusunu içine çekecek, çimenler mis gibi kokusunu salıcak, yağmurun sesinde huzur bulup ruhunun pasını kirini akıtacak, derin bir nefes alıp "ohhhhh özlemişim" diyecek. 

Bir  video izlemiştim geçenlerde Çin'de ilk kez yağmur gören kız çocuğunun sevincini gösteriyordu. Aslında doğanın sunduğu her güzelliğe o çocuk sevinciyle bakabilmek yaşamı her gün daha da keyifli hale getirmez mi? Zaten canımızı sıkacak, yüzümüzü düşürecek, somurtturacak o kadar çok şey varken bir yağmur damlası ile, öbek öbek olmuş bulutlar ile mutlu olmak da mümkün olamaz mı? Siz hiç gökyüzünde pofidik pofidik duran bulutlara bakıp bazen bir file, bazen bir uçağa, bazen bir çiçeğe benzetmediniz mi? Masmavi gökyüzünde bembeyaz ve tombik tombik şirinlik yapan bulutlar ile mutlu olmadınız mı? Hiç hayal kurup bulutların üstünde uzandığınızı, yumuşaklığını tüm sırtınızda hissettiğinizi düşlemediniz mi? Ben düşledim ve ne zaman beyaz tombalak bir bulut görsem hep gülümsedim. Tıpkı her yağmurdan sonra toprağın kokusu ile yaşadığımı hissettiğim gibi...

Melek

1 Nisan 2014 Salı

travesti“Orospuuuuuuuu!” diye bir ses gecenin sessizliğinde çığlık çığlığa  yankılandı. Cam kırılmaları eşliğinde sanki sesin şiddetiyle kırılmışlar gibi, iki sesin patlamasıyla herkes yataklarından fırladı. Mahalleliler “hayırdır inşallah!” diye camlara fırladılar. Herkes o saatte belki de kendi evinin orospusuyken bir feryatla bölündü geceleri, bir bıçak keskinliğinde bozdu gecenin sessizliğini. Sokağın ortasında saçı sakalı birbirine karışmış bir adam, üzerinde döküntü elbiseleriyle kalbinin döküntülerine eşlik etsin diye kırmıştı o camları besbelli. Kimse cama çıkmadığına göre ev boştu. Ara sıra ışık yanardı geceleri, çoğu zamansa karanlıktı evin içi, bir gölge bile süzülmezdi.  Çocukluğundan hınzır bir anının aniden aklına gelmesiyle adam ağlamaya başladı. Ama ne ağlamak.  İç organları bir basınçla patlayıp, o ağlamanın şiddetiyle etrafa bir bombanın parçaları gibi saçılacaktı sanki. Hıçkırdı anıları berraklaşırken gözlerinde. 18 yaşlarında olmalıydı o zamanlar. İstanbul’a yeni taşınmışlardı. Burası memleketleri gibi yeşil değildi. Çamurlu yolları olan karışık bir mahallede oturuyorlardı. Mustafa koşa koşa okuldan gelmişti kan ter içindeydi, ağlamaktan yüzünün rengi akıp gitmişti sanki. Abisi hemen kardeşinin peşinden içeri koştu ne olduğunu öğrenmeye. Mustafa sadece ağlıyordu, başını önüne eğmiş abisinin yüzüne hiç bakmıyordu. İçini temizleyip akıtana kadar ağladı Mustafa. Çok sonra tek bir cümle söyledi sadece, “öğretmenim bacağımı okşadı” dedi. Ağladığı neydi Mustafa da bilmiyordu. Çok utanılacak bir şeydi ama Mustafa bundan garip de bir haz almıştı. Bundan hoşlanmaması gerekiyordu, yanlış olan bir şey vardı. Henüz 13 yaşındaydı, o güne kadar bir kızın elini bile tutmamışken bir erkekten etkilenmişti. İsmail kardeşine bakakaldı. Ne diyeceğini bilemedi. Kızsa mı, konuşsa mı, sussa mı karar veremedi. Ne söylese eksik, ne düşünse fazla kalacaktı. Yutkundu, boğazında söyleyemedikleri düğüm oldu. “Hiç kimseye bir şey söylemeyeceksin” dedi kardeşine. “Annem babam da bilmeyecek, okula ben götürüp getiricem seni bundan sonra dedi” Mustafa’ya. Okula götürmek neyi engelleyebilirdi bilmiyordu ama aklına bir tek bu gelmişti o zaman. O günden sonra bu konuyu bir daha hiç konuşmadılar, unutulan bir kabus gibi hayatlarına devam etmeye çalıştılar. İsmail birkaç yıl sonra askere gittiğinde Mustafa abisinin yanına ziyarete gideceğini söyleyerek evden ayrıldı. Ne abisini ziyarete gitti, ne de bir daha evine döndü.

Sokağın ortasında kitlenip kalmıştı adam. Kan akışı beynine doğru çıkmaya başlamış, sanki vücudundaki bütün kan gözlerinden fışkıracak, kan çanağına dönmüş gözleri hayalini canlı hale getirecekti. Camlardan adamı süzen mahallelinin aklında tek bir soru vardı. “Kimdin be adam? Bu saatte neydi derdin?”

Mahallenin en delikanlı ablalarından (en erkeğim diyenin bile eline su dökemeyeceği) Esengül abla indi aşağıya.  Yanında getirdiği bir maşrapa suyu fırlattı adamın yüzüne. “Derdin ne senin kardeşim gecenin bu vaktinde” dedi. Adam yüzüne bile bakmadı Esengül ablanın. Sanki tüm dünya adamın içine kaçmış ve o dünyayı yaşamak için adam buradaki gerçekliğinden vazgeçmiş gibi kaskatı oldu. Esengül abla biraz daha su serpti adama ama ııh ıhh bir şey değişmedi. Adam bakışları sabitlenmiş bir halde kendi ekseninde sallanmaya başladı. Yörüngesini kaybetmiş bir gezegendi o anda. Sallandıkça zikreder gibi “orospuuuu” demeye devam etti. Esengül abla başka bir şey söylemesini merakla bekledi.

Sokağın başında keskin bir topuk sesi yankılandı. Esengül abla sese doğru döndü ve sapsarı uzun saçları, file çorapları, altın sarısı mini eteğiyle hayallerini de altınla kaplamış olan kadını gördü. Upuzun bacakları vardı, nerdeyse Esengül ablanın boyu kadardı. Adam topuk seslerini duyunca, yağsızlıktan pas tutmuş bir makinenin gıcırdayan aksamları gibi ağır ve kesik kesik hareketlerle sese doğru döndü. “Orospu” dedi. Bu kez sesi boğuk ve boğazında bir perde örtülüydü.  Sarışın kadın adamı görünce yeni dökülmüş asfalta topuğunun kaptırmışcasına yerine mıhlandı. Yutkunamadı bile. Sadece bakakaldı. Abisi İsmail yolun ortasında gözlerini ona dikmiş sürekli olarak “orospu” diyordu. Saçları sapsarı, uzun bacaklı -Mustafa- “bu kez oldu abim, artık orospu diyebileceğin kadar kadınım” dedi. 42 numara olan ayakkabılar ayağını sıkmıştı, fırlatıp attı. İsmail ayağa kalkmaya çalışırken sendeleyince Esengül abla kolundan tuttu. Aralarında ne olduğunu anlamaya çalışan gözlerle bakıyordu ikisine de. “Neden be Mustafa neden” dedi katıla katıla ağlarken.  Aslında neden geldiğini bilmiyordu İsmail. Kardeşini dövmek mi, ona sövmek mi istiyordu? Neden gittiğinin hesabını sormak mıydı niyeti? Ya da annesini babasını o askerdeyken neden yalnız bırakıp gittiğine miydi derin öfkesi? Hem hepsi hem de hiçbiriydi. Asıl önemlisi o artık erkek kardeşi değildi. O artık gözünde cinsiyetini yitirmiş bir beden, geçmişte kalan küçük erkek kardeşti. Şimdiyse ne hissedeceğini kestiremiyordu Mustafa’ya karşı. Kardeşini hırpalamak, kendine gelsin diye iyice sarsmak, yeniden Mustafa olsun, küçük kardeşi geri gelsin diye üstündeki elbiseleri parçalamak istedi. Bir adım atacak gibi oldu, Esengül abla tutmasa yere kapaklanacaktı nerdeyse. O an vazgeçti içindeki düğüm olmuş nefretten. Dövse olmaz, sarılsa içi kabul etmezdi artık. Öylece bakakaldı kardeşine, olduğu yerde kalakaldı. “Belki de buraya hiç gelmemeliydim” dedi içinden. Görünce hesap sorarım sanmıştı İsmail. Kardeşini görene kadarmış her şey, içindeki bütün düğümler birer birer çözülmüştü Mustafa’ya karşı. Kardeşinin çocukluğu hıçkırarak ağlıyordu hala köşede, sarışın bir melek teselli ediyordu ruhunu belki de.     

travesti
Mustafa ya da şimdiki adıyla Melek, “13 yaşındaydım abi, sana anlattım o gün başıma geleni bir tek sana anlattım. Bir kızın nasıl dokunduğunu öğrenemeden bir erkeğin dokunuşuyla tanıdım kendimi, bedenimi. Benim kaderim buymuş, içim kadınmış be abim”dedi. Yaprak gibi titriyordu Melek Mustafa. Güçlü durmaya çalıştıkça savruluyordu bedeni. Abisine koşup sarılmak istiyordu ama yapamazdı. Abisi çocukluğunda kalmıştı. Yeni hayatında ailesinden bir kişinin bile hayatına dahil olmasına izin verse onları da yakacağını biliyordu. Bu hayat hepsini mahvederdi en çok da annesini. Yeni hayatında abiye, anneye, babaya ihtiyaç yoktu. Üzülmeye yer yoktu. Geçmişe yer yoktu. Ağlamaya hele hiç yoktu. “Anneme beni gördüğünü söyleme sakın, kahrolur kadın” dedi. İsmail ağzını açacak gibi oldu tıpkı yıllar öncesindeki gibi kelimeler hem eksik hem fazla geldi. Herşeyin içi boşalmıştı sanki, bir hortumun etrafında daireler çizen yapraklar gibiydi düşünceleri. Birbirlerine baktılar derin derin, bakışlarında anlattılar kendilerini birbirlerine, Mustafa “hakkını helal et” dedi içinden, abisi “helal olsun” dedi gözlerini usulca kapatırken. Melek Mustafa kırıta kırıta yürüyerek geçti gitti abisinin yanından kadınlığının hakkını vererek. Ayakkabısının topuğunu asfalta, abisini ise puslu anılarda bırakarak karanlığa karıştı. Eteği yıldızlar gibi parlıyordu karanlıkta bir de parfüm kokusu kalmıştı ardında. Gözündeki yaşları silerken “Peki ya Allah beni affeder mi abim” dedi.