Melek

1 Nisan 2014 Salı

travesti“Orospuuuuuuuu!” diye bir ses gecenin sessizliğinde çığlık çığlığa  yankılandı. Cam kırılmaları eşliğinde sanki sesin şiddetiyle kırılmışlar gibi, iki sesin patlamasıyla herkes yataklarından fırladı. Mahalleliler “hayırdır inşallah!” diye camlara fırladılar. Herkes o saatte belki de kendi evinin orospusuyken bir feryatla bölündü geceleri, bir bıçak keskinliğinde bozdu gecenin sessizliğini. Sokağın ortasında saçı sakalı birbirine karışmış bir adam, üzerinde döküntü elbiseleriyle kalbinin döküntülerine eşlik etsin diye kırmıştı o camları besbelli. Kimse cama çıkmadığına göre ev boştu. Ara sıra ışık yanardı geceleri, çoğu zamansa karanlıktı evin içi, bir gölge bile süzülmezdi.  Çocukluğundan hınzır bir anının aniden aklına gelmesiyle adam ağlamaya başladı. Ama ne ağlamak.  İç organları bir basınçla patlayıp, o ağlamanın şiddetiyle etrafa bir bombanın parçaları gibi saçılacaktı sanki. Hıçkırdı anıları berraklaşırken gözlerinde. 18 yaşlarında olmalıydı o zamanlar. İstanbul’a yeni taşınmışlardı. Burası memleketleri gibi yeşil değildi. Çamurlu yolları olan karışık bir mahallede oturuyorlardı. Mustafa koşa koşa okuldan gelmişti kan ter içindeydi, ağlamaktan yüzünün rengi akıp gitmişti sanki. Abisi hemen kardeşinin peşinden içeri koştu ne olduğunu öğrenmeye. Mustafa sadece ağlıyordu, başını önüne eğmiş abisinin yüzüne hiç bakmıyordu. İçini temizleyip akıtana kadar ağladı Mustafa. Çok sonra tek bir cümle söyledi sadece, “öğretmenim bacağımı okşadı” dedi. Ağladığı neydi Mustafa da bilmiyordu. Çok utanılacak bir şeydi ama Mustafa bundan garip de bir haz almıştı. Bundan hoşlanmaması gerekiyordu, yanlış olan bir şey vardı. Henüz 13 yaşındaydı, o güne kadar bir kızın elini bile tutmamışken bir erkekten etkilenmişti. İsmail kardeşine bakakaldı. Ne diyeceğini bilemedi. Kızsa mı, konuşsa mı, sussa mı karar veremedi. Ne söylese eksik, ne düşünse fazla kalacaktı. Yutkundu, boğazında söyleyemedikleri düğüm oldu. “Hiç kimseye bir şey söylemeyeceksin” dedi kardeşine. “Annem babam da bilmeyecek, okula ben götürüp getiricem seni bundan sonra dedi” Mustafa’ya. Okula götürmek neyi engelleyebilirdi bilmiyordu ama aklına bir tek bu gelmişti o zaman. O günden sonra bu konuyu bir daha hiç konuşmadılar, unutulan bir kabus gibi hayatlarına devam etmeye çalıştılar. İsmail birkaç yıl sonra askere gittiğinde Mustafa abisinin yanına ziyarete gideceğini söyleyerek evden ayrıldı. Ne abisini ziyarete gitti, ne de bir daha evine döndü.

Sokağın ortasında kitlenip kalmıştı adam. Kan akışı beynine doğru çıkmaya başlamış, sanki vücudundaki bütün kan gözlerinden fışkıracak, kan çanağına dönmüş gözleri hayalini canlı hale getirecekti. Camlardan adamı süzen mahallelinin aklında tek bir soru vardı. “Kimdin be adam? Bu saatte neydi derdin?”

Mahallenin en delikanlı ablalarından (en erkeğim diyenin bile eline su dökemeyeceği) Esengül abla indi aşağıya.  Yanında getirdiği bir maşrapa suyu fırlattı adamın yüzüne. “Derdin ne senin kardeşim gecenin bu vaktinde” dedi. Adam yüzüne bile bakmadı Esengül ablanın. Sanki tüm dünya adamın içine kaçmış ve o dünyayı yaşamak için adam buradaki gerçekliğinden vazgeçmiş gibi kaskatı oldu. Esengül abla biraz daha su serpti adama ama ııh ıhh bir şey değişmedi. Adam bakışları sabitlenmiş bir halde kendi ekseninde sallanmaya başladı. Yörüngesini kaybetmiş bir gezegendi o anda. Sallandıkça zikreder gibi “orospuuuu” demeye devam etti. Esengül abla başka bir şey söylemesini merakla bekledi.

Sokağın başında keskin bir topuk sesi yankılandı. Esengül abla sese doğru döndü ve sapsarı uzun saçları, file çorapları, altın sarısı mini eteğiyle hayallerini de altınla kaplamış olan kadını gördü. Upuzun bacakları vardı, nerdeyse Esengül ablanın boyu kadardı. Adam topuk seslerini duyunca, yağsızlıktan pas tutmuş bir makinenin gıcırdayan aksamları gibi ağır ve kesik kesik hareketlerle sese doğru döndü. “Orospu” dedi. Bu kez sesi boğuk ve boğazında bir perde örtülüydü.  Sarışın kadın adamı görünce yeni dökülmüş asfalta topuğunun kaptırmışcasına yerine mıhlandı. Yutkunamadı bile. Sadece bakakaldı. Abisi İsmail yolun ortasında gözlerini ona dikmiş sürekli olarak “orospu” diyordu. Saçları sapsarı, uzun bacaklı -Mustafa- “bu kez oldu abim, artık orospu diyebileceğin kadar kadınım” dedi. 42 numara olan ayakkabılar ayağını sıkmıştı, fırlatıp attı. İsmail ayağa kalkmaya çalışırken sendeleyince Esengül abla kolundan tuttu. Aralarında ne olduğunu anlamaya çalışan gözlerle bakıyordu ikisine de. “Neden be Mustafa neden” dedi katıla katıla ağlarken.  Aslında neden geldiğini bilmiyordu İsmail. Kardeşini dövmek mi, ona sövmek mi istiyordu? Neden gittiğinin hesabını sormak mıydı niyeti? Ya da annesini babasını o askerdeyken neden yalnız bırakıp gittiğine miydi derin öfkesi? Hem hepsi hem de hiçbiriydi. Asıl önemlisi o artık erkek kardeşi değildi. O artık gözünde cinsiyetini yitirmiş bir beden, geçmişte kalan küçük erkek kardeşti. Şimdiyse ne hissedeceğini kestiremiyordu Mustafa’ya karşı. Kardeşini hırpalamak, kendine gelsin diye iyice sarsmak, yeniden Mustafa olsun, küçük kardeşi geri gelsin diye üstündeki elbiseleri parçalamak istedi. Bir adım atacak gibi oldu, Esengül abla tutmasa yere kapaklanacaktı nerdeyse. O an vazgeçti içindeki düğüm olmuş nefretten. Dövse olmaz, sarılsa içi kabul etmezdi artık. Öylece bakakaldı kardeşine, olduğu yerde kalakaldı. “Belki de buraya hiç gelmemeliydim” dedi içinden. Görünce hesap sorarım sanmıştı İsmail. Kardeşini görene kadarmış her şey, içindeki bütün düğümler birer birer çözülmüştü Mustafa’ya karşı. Kardeşinin çocukluğu hıçkırarak ağlıyordu hala köşede, sarışın bir melek teselli ediyordu ruhunu belki de.     

travesti
Mustafa ya da şimdiki adıyla Melek, “13 yaşındaydım abi, sana anlattım o gün başıma geleni bir tek sana anlattım. Bir kızın nasıl dokunduğunu öğrenemeden bir erkeğin dokunuşuyla tanıdım kendimi, bedenimi. Benim kaderim buymuş, içim kadınmış be abim”dedi. Yaprak gibi titriyordu Melek Mustafa. Güçlü durmaya çalıştıkça savruluyordu bedeni. Abisine koşup sarılmak istiyordu ama yapamazdı. Abisi çocukluğunda kalmıştı. Yeni hayatında ailesinden bir kişinin bile hayatına dahil olmasına izin verse onları da yakacağını biliyordu. Bu hayat hepsini mahvederdi en çok da annesini. Yeni hayatında abiye, anneye, babaya ihtiyaç yoktu. Üzülmeye yer yoktu. Geçmişe yer yoktu. Ağlamaya hele hiç yoktu. “Anneme beni gördüğünü söyleme sakın, kahrolur kadın” dedi. İsmail ağzını açacak gibi oldu tıpkı yıllar öncesindeki gibi kelimeler hem eksik hem fazla geldi. Herşeyin içi boşalmıştı sanki, bir hortumun etrafında daireler çizen yapraklar gibiydi düşünceleri. Birbirlerine baktılar derin derin, bakışlarında anlattılar kendilerini birbirlerine, Mustafa “hakkını helal et” dedi içinden, abisi “helal olsun” dedi gözlerini usulca kapatırken. Melek Mustafa kırıta kırıta yürüyerek geçti gitti abisinin yanından kadınlığının hakkını vererek. Ayakkabısının topuğunu asfalta, abisini ise puslu anılarda bırakarak karanlığa karıştı. Eteği yıldızlar gibi parlıyordu karanlıkta bir de parfüm kokusu kalmıştı ardında. Gözündeki yaşları silerken “Peki ya Allah beni affeder mi abim” dedi.


1 yorum:

Unknown dedi ki...

Ellerine sağlık çok etkileyici bir yazı olmuş...

Yorum Gönder