

gittik
30 Nisan 2014 Çarşamba
Gönderen Kumsal zaman: 11:15
...
29 Nisan 2014 Salı
Gönderen Kumsal zaman: 16:21
Kanımı emdi gitti sürüngenler,
Şu karafatma sırdaşımdır benim,
Kocamsa bir bok böceği bildiğin.”
Duvara yazdığı 378. şiirde bu dörtlükten oluşuyordu Cevriye’nin.
Üç haftadır sürekli ya birşeyler mırıldanıyor, kendince besteler yapıyor ya da
duvara elinin hızının yettiğince birşeyler karalıyordu. Kocasını kaybettiği
günden beri Cevriye’nin kadın bedeni de kimliğini yitirmiş, üzerinde elbiseler
taşıyan bir hayalet bedeni vardı sanki. Ne
zaman uyuduğu, uyandığı belli değildi. Aklının ipleri, şişten çıkmış ilmekler
gibi sökülmekte, söküldükçe halisünasyonlar derinleşmekteydi. İşte yine
başlamıştı yazmaya. Aklının rüzgarı
hangi yöne eserse o yönde yazıyordu. En çok böceklere takmıştı. Böceklerin
kalın kabuklu ve büyük gözlü olanlarına takıntılıydı bu aralar. Ateşte yanan
böcekler için ağıtlar yazıyordu şimdi. Kendi bedeninde de bir ateş kılıcı
kalbinin etrafını çiziyordu inceden inceye. Çizdikçe canı yandı, yazdıkça
heyecanlandı. Bütün gece uyumadan yazdıkça yazdı. Yorgunluktan sızıp kalana
kadar devam etti. Uykusunda bile zihni yazmayı aceleyle sürdürüyordu. Rüyasında
kocasıyla son gittiği davette gördü kendini. Alımlı Cevriye ve kocası Fikret yine herkesin göz
hapsinde, tüm dikkatler üzerlerindeydi. Bu davetten üç gün sonra kalp krizi
geçirmişti kocası. O güne kadar kocası dışında hiç kimseyle bir etkinlikte bulunmayan
Cevriye yapayalnız kalmış ve acısını duvarlara yazdığı dörtlüklerle atmaya
çalışmıştı. İlk başlarda ürkütücü boyutlarda değildi ama gittikçe aklı başından
başını alarak gitmiş gibiydi. Kimseyle konuşmaz, kimseyi duymaz olmuştu. Kendi
kendine konuşması dışında hiçbir şey kalmamıştı Cevriye’den geriye. Uykusunda
mırıldandı son dörtlüğünü, eşi Fikret’e kavuşmadan tam 5 dakika önce:
“ Kalbimi sokup sokup gitme akrep,
Boynumdan zehirli kıskaçlarını çek,
Özgür bırak beni ki gideyim artık buralardan,
Örümcek ağından yatak hazırlamış bana kocam,
Saçlarıma takacakmış ateş böceklerini,
Derin bir uykuya hazırlarken bedenimi.”
esin kaynağı ve ekşi sözlük https://eksisozluk.com/hestia--104655
şemsiye
11 Nisan 2014 Cuma
Gönderen Kumsal zaman: 12:21
Şemsiye demişken yağmurları hiç sevmem. Hele ki kışın yağmayıp baharın ve yazın gelmesini sabote eden serin hava eşliğindeki zamansız yağmurlardan hiç ama hiç haz etmem. Her şey mevsiminde güzel nisan yağmurları temmuzda yağsa keyfi kalır mıydı? Ya da temmuzun kafası karışmaz mıydı?
Ayrılık...
Gönderen Kumsal zaman: 10:53
O gece...
10 Nisan 2014 Perşembe
Gönderen Kumsal zaman: 14:27Bütün geceler aynı karanlıktayken o gece bu gece şu gece ne fark eder ki? Kutuplarda yaşasan altı ay boyunca o geceyi yaşayabilirsin çünkü gece hiç bitmemiş olacaktır senin için. Altı ay gündüz olduğunda da senin o gece ile başlayan bir cümle kurabilmen için altı ay öncesinden hikayeler anlatman gerekecek. Demekki zaman farklı kıvrımlara sahip senin o gecen bir başkası için hiç başlamamışken, sen gündüze geçtiğinde orada bir gece yaşanacak.. Düşününce insan bu uçsuzluk karşısında şaşakalıyor. Zaman dediğimiz aslında ne ki? Belki de gerçekten bükülebilen bişeydir. Sen burda gündüze doğru zamanı büktüğün için bir başka yerde gece olmasına neden oluyor olabilirsin. Paralel evrene falan da gerek yok dünyanın mantığı aslında bu şekilde... Sen geceyi yaşarken Amerika'da henüz gündüz yaşanıyor ve sen yeni güne başlarken onlar geceye başlıyorlar. Senin günün biterken orda "gece daha yeni başlıyor bebeğim" cümlesi sarf ediliyor.
Bu nedenle de o gece diye başlayan bir cümle kurarken hangi gerçeklikte olduğu meçhul kalacak belki de. Burada o geceyken dünyanın bir başka köşesinde gece mi gündüz mü, kimin günü hangi saatte bilinmez olacak. Her gece karanlık değil belki de bu nedenden. Öyleyse karanlık ve aydınlık kavramları da bir yanılsama değil mi? Neresinden bakarsan ya da dünyanın hangi bölgesinden insanlığa bağlanırsan o tarafa göre değişen bir gerçeklik. O zaman karanlık gecelerin suçu ne? Baksana bir başka zaman diliminde karanlık bile olmuyor ki o gece...
Bulutlar...
2 Nisan 2014 Çarşamba
Gönderen Kumsal zaman: 08:52
Bir video izlemiştim geçenlerde Çin'de ilk kez yağmur gören kız çocuğunun sevincini gösteriyordu. Aslında doğanın sunduğu her güzelliğe o çocuk sevinciyle bakabilmek yaşamı her gün daha da keyifli hale getirmez mi? Zaten canımızı sıkacak, yüzümüzü düşürecek, somurtturacak o kadar çok şey varken bir yağmur damlası ile, öbek öbek olmuş bulutlar ile mutlu olmak da mümkün olamaz mı? Siz hiç gökyüzünde pofidik pofidik duran bulutlara bakıp bazen bir file, bazen bir uçağa, bazen bir çiçeğe benzetmediniz mi? Masmavi gökyüzünde bembeyaz ve tombik tombik şirinlik yapan bulutlar ile mutlu olmadınız mı? Hiç hayal kurup bulutların üstünde uzandığınızı, yumuşaklığını tüm sırtınızda hissettiğinizi düşlemediniz mi? Ben düşledim ve ne zaman beyaz tombalak bir bulut görsem hep gülümsedim. Tıpkı her yağmurdan sonra toprağın kokusu ile yaşadığımı hissettiğim gibi...
Melek
1 Nisan 2014 Salı
Gönderen Kumsal zaman: 09:36
Sokağın ortasında kitlenip kalmıştı adam. Kan akışı beynine
doğru çıkmaya başlamış, sanki vücudundaki bütün kan gözlerinden fışkıracak, kan
çanağına dönmüş gözleri hayalini canlı hale getirecekti. Camlardan adamı süzen
mahallelinin aklında tek bir soru vardı. “Kimdin be adam? Bu saatte neydi
derdin?”
Mahallenin en delikanlı ablalarından (en erkeğim diyenin
bile eline su dökemeyeceği) Esengül abla indi aşağıya. Yanında getirdiği bir maşrapa suyu fırlattı
adamın yüzüne. “Derdin ne senin kardeşim gecenin bu vaktinde” dedi. Adam yüzüne
bile bakmadı Esengül ablanın. Sanki tüm dünya adamın içine kaçmış ve o dünyayı
yaşamak için adam buradaki gerçekliğinden vazgeçmiş gibi kaskatı oldu. Esengül
abla biraz daha su serpti adama ama ııh ıhh bir şey değişmedi. Adam bakışları
sabitlenmiş bir halde kendi ekseninde sallanmaya başladı. Yörüngesini kaybetmiş
bir gezegendi o anda. Sallandıkça zikreder gibi “orospuuuu” demeye devam etti.
Esengül abla başka bir şey söylemesini merakla bekledi.
Sokağın başında keskin bir topuk sesi yankılandı. Esengül
abla sese doğru döndü ve sapsarı uzun saçları, file çorapları, altın sarısı
mini eteğiyle hayallerini de altınla kaplamış olan kadını gördü. Upuzun
bacakları vardı, nerdeyse Esengül ablanın boyu kadardı. Adam topuk seslerini
duyunca, yağsızlıktan pas tutmuş bir makinenin gıcırdayan aksamları gibi ağır
ve kesik kesik hareketlerle sese doğru döndü. “Orospu” dedi. Bu kez sesi boğuk
ve boğazında bir perde örtülüydü. Sarışın kadın adamı görünce yeni dökülmüş
asfalta topuğunun kaptırmışcasına yerine mıhlandı. Yutkunamadı bile. Sadece
bakakaldı. Abisi İsmail yolun ortasında gözlerini ona dikmiş sürekli olarak
“orospu” diyordu. Saçları sapsarı, uzun bacaklı -Mustafa- “bu kez oldu abim,
artık orospu diyebileceğin kadar kadınım” dedi. 42 numara olan ayakkabılar
ayağını sıkmıştı, fırlatıp attı. İsmail ayağa kalkmaya çalışırken sendeleyince
Esengül abla kolundan tuttu. Aralarında ne olduğunu anlamaya çalışan gözlerle
bakıyordu ikisine de. “Neden be Mustafa neden” dedi katıla katıla
ağlarken. Aslında neden geldiğini
bilmiyordu İsmail. Kardeşini dövmek mi, ona sövmek mi istiyordu? Neden
gittiğinin hesabını sormak mıydı niyeti? Ya da annesini babasını o askerdeyken
neden yalnız bırakıp gittiğine miydi derin öfkesi? Hem hepsi hem de hiçbiriydi.
Asıl önemlisi o artık erkek kardeşi değildi. O artık gözünde cinsiyetini
yitirmiş bir beden, geçmişte kalan küçük erkek kardeşti. Şimdiyse ne
hissedeceğini kestiremiyordu Mustafa’ya karşı. Kardeşini hırpalamak, kendine
gelsin diye iyice sarsmak, yeniden Mustafa olsun, küçük kardeşi geri gelsin
diye üstündeki elbiseleri parçalamak istedi. Bir adım atacak gibi oldu, Esengül
abla tutmasa yere kapaklanacaktı nerdeyse. O an vazgeçti içindeki düğüm olmuş
nefretten. Dövse olmaz, sarılsa içi kabul etmezdi artık. Öylece bakakaldı
kardeşine, olduğu yerde kalakaldı. “Belki de buraya hiç gelmemeliydim” dedi
içinden. Görünce hesap sorarım sanmıştı İsmail. Kardeşini görene kadarmış her
şey, içindeki bütün düğümler birer birer çözülmüştü Mustafa’ya karşı. Kardeşinin
çocukluğu hıçkırarak ağlıyordu hala köşede, sarışın bir melek teselli ediyordu
ruhunu belki de.
Mustafa ya da şimdiki adıyla Melek, “13 yaşındaydım abi,
sana anlattım o gün başıma geleni bir tek sana anlattım. Bir kızın nasıl
dokunduğunu öğrenemeden bir erkeğin dokunuşuyla tanıdım kendimi, bedenimi.
Benim kaderim buymuş, içim kadınmış be abim”dedi. Yaprak gibi titriyordu Melek
Mustafa. Güçlü durmaya çalıştıkça savruluyordu bedeni. Abisine koşup sarılmak
istiyordu ama yapamazdı. Abisi çocukluğunda kalmıştı. Yeni hayatında ailesinden
bir kişinin bile hayatına dahil olmasına izin verse onları da yakacağını
biliyordu. Bu hayat hepsini mahvederdi en çok da annesini. Yeni hayatında
abiye, anneye, babaya ihtiyaç yoktu. Üzülmeye yer yoktu. Geçmişe yer yoktu.
Ağlamaya hele hiç yoktu. “Anneme beni gördüğünü söyleme sakın, kahrolur kadın”
dedi. İsmail ağzını açacak gibi oldu tıpkı yıllar öncesindeki gibi kelimeler
hem eksik hem fazla geldi. Herşeyin içi boşalmıştı sanki, bir hortumun
etrafında daireler çizen yapraklar gibiydi düşünceleri. Birbirlerine baktılar
derin derin, bakışlarında anlattılar kendilerini birbirlerine, Mustafa “hakkını
helal et” dedi içinden, abisi “helal olsun” dedi gözlerini usulca kapatırken.
Melek Mustafa kırıta kırıta yürüyerek geçti gitti abisinin yanından kadınlığının
hakkını vererek. Ayakkabısının topuğunu asfalta, abisini ise puslu anılarda
bırakarak karanlığa karıştı. Eteği yıldızlar gibi parlıyordu karanlıkta bir de
parfüm kokusu kalmıştı ardında. Gözündeki yaşları silerken “Peki ya Allah beni
affeder mi abim” dedi.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)