yolcu

26 Kasım 2014 Çarşamba

Kötülük dünyayı ele geçiren bir virüs gibi yayılmakta ve insan kılığına bürünüp içimizde, evlerimizde yaşayıp, koynumuza aldığımız sevgilimiz gibi davranıyordu. Kötülük her yerdeyken ben iyiliğin mahkumiyetini yaşıyordum. Aslında iyilik adı altında yapılan bariz bir kötülük vardı, sadece bunu ilan edenler hangi safta yer aldıklarını henüz bilmiyorlardı.  Kötülük o gece indi yeryüzüne, Aralığın 27’siydi. Herkes en iyi dilekleri ile yeni bir yılı karşılamaya, bütün evrene barış dilemeye, savaşlara ve açlığa son vermek üzerine birbirlerinden kopyaladıkları mesajları vermeye çalışıyordu.  Bense görüyordum  gökten döne döne gri dumanlar arasında kötülüğün inmekte olduğunu. Görüyor  ama dur diyemiyordum. İnsanların evrilmesi sonucunda artık vicdanları körelmişti. Horus’un bir gözü kör olmuş, iyiliği göremez olmuştu. İyiliği ödüllendiren son Tanrı da ortadan kalkınca insanlar başıboş kalmış ve diğer dünyada paylarına düşen ödül ve ceza mekanizması da olmayınca bu dünyada içlerindeki kötüyü özgür bırakmışlardı.

Kötü; kime göre kötü, kime göre iyiydi? Benim için kötü olan bir başkası için iyi olabilir miydi? Kötülüğün kokusu ve rengi neydi? Kötülük pembe olamaz mıydı? Makyaj yapamaz mıydı? Çürümüş et gibi mi kokardı yoksa kokusuz muydu kötülük? Eğer bir kokusu olsaydı yaklaştığında insanlar kaçarak kendilerini sakınıp koruyabilirlerdi. Kimse kötülükten kaçamasın diye kokusuzdu belki de. Onun içindir ki atalar kötü insanlar için “kavun değil ki baştan koklayıp alasın” demişlerdi. Kokusuz ve pembe renkli kötülük… Ne güzel bir kandırmaca. Senin iyilik sandığın yerde kök salıp büyüyen ve içine yayılırken farkına varamadığın sinsice ilerleyen bir hastalık gibi. Belki de ölümcül hastalıklar kötülük tarafından insan ruhunu ele geçiriyor ve yavaş yavaş iyilikle beslenen bu vücudu tüketmeye başlıyor. Sadece Tanrı’ya inananlar mı iyidir ya inanmayanlar kötü müdür? İnançlı olmak kötülükten uzak durmaya yeter midir? Öyleyse neden pek çok felaket aşırı inançlı insanlardan gelmektedir? Bir şeyin aşırı olması iyiyi de kötü yapmaz mı? Aşırı olan, insanları yoldan çıkarmaz mı? Aşırılık dediğimiz şey, insanın içinden fışkırırcasına dışarıya çıkma isteği ise o fışkıran her neyse eninde sonunda zarar vermez mi çevresindekilere? Ya bastırdıklarımız? Günah diye öğretilen ya da öyle belletilen ve aslında dünyanın sayısız güzelliklerinden olan şeylerden mahrum kalan bedenler ve ruhlar yoksunluk çekmezler mi? Yoksunluğun yarattığı boşlukları iyilikle doldurmaya çabalasalar da istenilmeden yapılan şeyler iyilik getirir mi? İyiliği iyilik yapan, içten gelmesi ve karşılıksız bir duyguyla yapılması değil midir? Karşılıksız saf duyguların en büyüğü annelikse kötü anne olabilir mi bu dünyada? Olmamalı deriz evet ama çocuğu ağladığı için sesine tahammül edemeyip boğan cani anneler çevrelerinde iyi olarak biliniyorlarsa bu denklemde yanlış olan taraf hangisidir? Yanlışlık insanın özündedir. İlkel benliğin insanileştirilmesine çabalanması, vahşi bir aslanı alarak evinde beslediğin uysal bir kedi gibi davranmasını beklemekten ne kadar farklıdır ki? İnsanın özü doğadaki en vahşi hayvanlardan bile vahşidir. Öyle olmasa gözlerini kırpmadan kendi hemcinslerini öldürebilirler miydi? Hatta kendilerine kötülük yapıp yapmayacağını bilmemelerine rağmen sadece kendilerinden olmayan taraftan doğdukları için çocuklara da kıyabilirler miydi? Kıydılar ama… Hem de yüzyıllar boyunca bunu defalarca yaptılar. Önce Arabistan’da kız çocuklarını diri diri toprağa mahkum ettiler. Sadece erkeklik kutsalsa neden kadınlar yaratılmıştı diye kimse sormadı. Kadın olmak suçsa o zaman anneler neden vardı? Kadınlar yaşamayacaksa kimler bundan sonra anne olacak ve dünyaya çocuk getirecekti? Belli değildi. Önünü ve arkasını sorgulamadan düşünmeden yapılan hareketler ile hem insanlığı hem de doğayı mahvetmedi mi adına insan dediklerimiz. Kötülük doğada yoktu insan var oluncaya kadar. Var olanı kötülüğe kullanacak kadar aklını hor kullanacak canlı da yoktu. Vahşet insanla beraber ortaya çıktı. Hayvanların doğası, doymaya ve yaşamda kalmaya kuruluydu, insanın ki doyumsuzluğa. Ne kadar doyarsa doysun insan hep açtı. Karnı doysa gözü açtı, gözü doysa kalbi aç. Hep daha fazlasınının peşinden koştu insan. Benim olsun, benim olmalı, olacak dürtüsüyle hareket etti. Fazlası yoktu, azla yetinmek en büyük mutluluktu. Az olan iyiydi, çoğalan şeyler paylaşılamayınca kötülük doğdu. Önce sevdiklerini paylaşamadılar, benim olmayan kara toprağın olsun dediler birbirlerini vurdular. Adına töre dediler, sevda dediler, aşk dediler, evreni kandırmaya çalıştılar ama bunun  adı sadece kötülüktü. Sevdikleri kadın başkasını sevse adına orospuluk dediler, sonunu ölümle verdiler, aslında o da kötülüktü. Erkek çocuğu olmuyor diye kadının üstüne kuma getirdiler, her iki kadına da yazık ettiler adına erkeklik, soyun devamı dediler yaptıkları açgözlülüktü, saf kötülüktü. Kadınlara herşey yasaklanırken ve günahtır, ayıptır denirken asıl içlerinde kötülüğün kök saldığı erkek dünyasına herşeyi helal görenlerin yaptığı neydi? İnsanlığın anlamlandıramadığı, inanmadığı, aklının yatmadığı herşeyde biraz kötülük vardı. O nedenle Ortaçağ’da kazıklara bağlanarak insanlar yakıldı. Aslında halkın yaptığı cadı avlamaktı. Cadılar içimizdeydi, yanmakla da bitmezlerdi çünkü cadılık denilen şey saf kötülüğün vücut bulmuş haliydi ama asıl cadılar serbestçe dolaşırken müsveddeleri cayır cayır yanmaktaydı. Adına halka yapılan iyilik deniyordu. Koskoca bir halk, insanlar kandırılıyordu, kandırıldıklarını bilmeden kocaman adamlar elleri patlayıncaya kadar alkış tutuyordu. Dünya soytarıca bir sahtekarlık evresinden geçiyordu. Halkını katleden diktatörler türüyordu, kendi dininden olmayanlar düşman ilan ediliyordu, düşman ilan edilenin içinde öldürme isteği olmasa bile öldürmeye mahkum ediliyordu. Bir başkasını öldürmek kendi yaşamını sağlama almak demek oluyordu çünkü. Bir başkasının kanıyla yaşamak ne kadar da ironikti! Kötülüğün dünyasında farklı olmak düşmanlık demekti. Düşmanlar öldürülmeliydi. Öldürmek yasal eylemdi ve iyiliğin baki olması için olması gereken temeldi. İyilik denilen şeyin kötülükten medet umması ne kadar doğru olabilirdi? Kimse sorgulamıyordu, herkes kendisine dayatılanı sadece şu boktan dünyada biraz daha yaşayabilmek için boyun eğerek kabul ediyordu. Düşünmüyorduk, araştırmıyorduk, susup kabulleniyorduk. Çünkü insan olmanın en kolay yolu kabullenmekten geçiyordu. Kabullenince iyi oluyorduk oysaki kötülükten bir çamura saplanmış, dibe doğru istemsizce çekiliyorduk. Eteğimize yapışan arsız bir çocuktu iyilik bir tekmeyle savurmuştuk. Bir köşede ezikçe ağlıyordu, ardımızda bırakıp gittiğimiz üvey çocuğumuzdu o artık.

Dünyadaki tüm kötülerin yüzüne kötülüklerini vurmak için çıktığım yolda iyiliksever bir devlet tarafından kötülüğe göz yumduğum gerekçesiyle aydınlık  bir sona doğru götürülüyorum. İyiliğin rengi beyaz olmalıydı ki üstümde sonsuzluğu çağrıştıran bir kefen vardı. Son sözümü sorduklarında “ben vicdanın ilahıyım ve beyaz giyerek bedenimi sonsuz iyiliğe bağışlıyorum” dedim. Sonsuzluğa giden yolda ayaklarım yerden kesildiğinde ben uçuyordum ve  gökyüzü beyazdı.
 

Derler ki; “kötülük bir ilah gibi karanlık bir gecede, kırmızılar içinde yeryüzüne inecek ve  insanlar önünde secde edecek. Secde edenler iyiliğe tapındıklarını sanırken, iyilik kötülüğün karşısında  beyaz bir melek olup gökyüzüne yükselecek ve vicdan da yeryüzünden ebediyen silinecek.”

0 yorum:

Yorum Gönder