ölüm uykusu

19 Kasım 2014 Çarşamba

“Böyle mi olması gerekiyordu, onca şeyden sonra?”
“Bilmem, belki de.”
rüya,kabus

“Hep böyle en çok severken mi biterse aşk oluyor?”
“Tarihte hep böyle olmuş.”
“Peki, yine uykularına mı çökücem? Çok acı çekiyor ama… Bu kez yapmasak?”
“Birini çok severse bir insan  biraz acı çekmeyi de göze almış olmalı.”
“Karanlıktan çok korkar ama yapmasak?”
“Aşıkken çok hor kullandı mutluluğunu. Sen bu gece uğra ne kadar gecikirsen o kadar zor olur.”

Ben ölüyorum ama kimse duymuyor. Sabaha kadar amansız çığlıklar attım kimse kılını kıpırdatıp da kalkmadı noluyor sana diye. Belki de öldüm ondan kimse gelmiyordur. Evet evet ölüm uykusu dedikleri bu olmalı. Bedenim de buz gibi zaten. Nefesim de geri kaçıyor sanki. Yok yok saçmalama ölmüş insan nasıl konuşsun Ayça? Ahhhhh kalk üstümden be ay afaganlar bastı bana! Kimse yok mu? Beni duyan biri var mı?

Seni duyan yok Ayça. Şu an derin bir uykudasın ve kaçtığın geçmişin yakana yapıştı, seni kolay kolay bırakacağa da benzemiyor. Aşıktın hem de çok ve benim etkim altındaydın. Sana “yavaş ol Ayça, ağırdan al” dedik ama dinlemedin. Baktım ki ben sesimi duyuramıyorum uykularında sana mesajlar yollamaya çalıştım. Rüyalarında seni uyardım bu aşkın sonunun felaket olacağını. O kızıl saçlı kadını hatırlıyor musun? Hani yemyeşil gözleri vardı, hatta o kadar delici bakıyordu ki yeşil bir alev tenini yakmış gibi sıçrayarak uyanmıştın uykundan. Rüyanda senin yerine tercih edilen kadın olacağını anlayamazdın. Sadece içine bir doz endişe bırakmak istedim hepsi bu. Sen o kızı abisinin sevgilisi sanırken aslında o gerçekte sevgilinin koynundaydı. Hani bir gece çok aramıştın erkenden uyudum demişti sana. Ertesi gün de doğumgünündü ve sana bir sürpriz bile hazırlamamıştı. Bütün gece uyuyamamıştın ve uykundan uyanıp uyanıp belki kırk sekizinci kere onu aramıştın. Altmış bir, yetmiş üç derken sızıp kalmıştın yine. Sabah yeni yalanlarla seni kandırmaya çalışmış ama becerememişti bu sefer ve sen yeni yaşına ağlaya ağlaya girmiştin. Mutlu değildin ve bu aşk karabasan gibi nefes aldırmıyordu artık sana. Uyandırmaya çalıştım, üçten geriye doğru saydım hatta elimi çırpınca uyanacaksın Ayça dedim, dinlemedin. Sen gördüklerinin bir kabus olduğuna inanmak istedin, işin kolayına kaçtın. Bu işin kolayı yoktu oysa. Kolay olan terkedip gitmekti sen kalmayı tercih ettin. Oysa sana çok şans tanıdım bu kez bırak git, siktiri çek şu adama diye hep izledim seni, önüne çok seçenek koydum, sen hepsini elinin tersiyle ittin. Sonuç? Sonuç artık uyanmıyorsun Ayça.

“Yapmayalım demiştim sana uyanmıyor baksana!”
“Her ayrılık acısı bir nevi ölümdür bilmez misin? Uyanacak sadece biraz zamana ihtiyacı var.”
“Ya bu sefer uyanmazsa?”
“İnsan acısından ölmez ki. Yoksa bu kadar acıya hangisinin bedeni dayanabilirdi ki?”

Doğru diye düşündü karabasan. Geceler boyu üstündeki ağırlık olmuştu Ayça’nın. Bedeninin her parçasını ele geçirmiş ve parça parça öldürmüştü bedenini. Yaptığı fiziksel olarak acısını azaltmaktı. Sadece bu, bir anlığına gözyaşı dökmesin diye. Uykusunda bile durmuyordu ağlıyordu. Sadece kalp ağrısı değil, gözyaşı ağrısı da çekiyordu. Akan her damla yanaklarını boydan boya çiziyordu. Yüzü harita gibi inceli kalınlı bir çok çizgiyle doluydu. İçlerinden akan gözyaşları yüzünü yara yara giderken kağıt kesiği gibi can yakıyordu. Yanıyordu Ayça. Karabasanın soğuk elleri altında cayır cayır yanıyordu bedeni. Yine çığlık atacak oldu sesi boğazında düğüm olup kaldı. Karabasan üzerinde oturduğu kadına baktı. “Beni sen yarattın” diye düşündü. “Kendi zihninin esiri oldun, benden kurtulmak da senin elinde ama bunu bilmiyorsun ki…”

İlk aşık olduğu günlerden birindeydi rüyasında Ayça. Elinde koca bir buket mor krizantemlerle gelmişti tanışmaya Bora. Krizantemler solalı çok olsa da hala dolabın alt rafında saklı dururdu. Solmuş çiçeğini bile atamayacak kadar canlıydı içinde hala Bora. Bora elinden tutup götürmüştü onu kendisinin de bilmediği Beyoğlu sokaklarına. İkisi de evden kaçmış çocuklar gibi şaşkın ve mutluydu. Özgürdüler, bilinmezlik güzeldi, elleri sıcacık kenetliydi birbirine. Sanki bir film karesiydi, etraflarında yıldızlar dönüyor olmalıydı, elindeki mor krizantemlere baktı yemyeşil yaprakları vardı. “Soluncaya kadar” dedi Ayça. “Onun aşkı soluncaya kadar, benimse…” diyip kafasındaki düşünceleri savuşturmayı tercih etmişti.

“Aşkım”dedi Bora. O zaman bir rüyada olduğunu anladı Ayça. Çünkü ona hiçbir zaman aşkım demezdi. Ama o kızıl saçlı ve yeşil alev gözlü kıza demişti. Hepsini okumuştu satır satır. Tüm yazışmaları, tüm iltifatları. Aslında o zaman çökmüş olmalıydı o karabasan üstüne okurken bir dakika bile gözünü kırpmamış, yerinden kıpırdamamış, oturduğu sandalyeye yapışıp kalmıştı.

Gözlerini açtı, nerede olduğunu kestirmeye çalışırcasına etrafına boş bir şekilde baktı. Başında fısır fısır konuşan sesleri duydu. Biri “benden bu kadar artık. Biraz daha zorlarsam ölüp gitmesinden korkuyorum.” Diğeri ise, “O zaten Mart’ın 28’inde öldü. Öleli 3 gün oldu. Terkedildiği gün yaşayan tüm hücrelerini de terkedip gitti Ayça.” dedi. Karabasan Ayça’nın bedenini esir etmeye çalışmaktan bitap düşmüşken hipnoz Ayça’nın artık acı hissetmediğine inanıyordu. Ölüm uykusundaydı. Uyutuluyordu. Bir kaza olmuştu, cam kırıkları saplanmıştı iç organlarına. Güneşli bir Mart günüydü, Ayça elinde kurabiyelerle giderken sevgilisinin yanına “Ben artık devam edemiyorum Ayça” demişti Bora. Bir cam tuz buz olmuş saçılmıştı dört bir yana.


0 yorum:

Yorum Gönder