“Böyle mi olması gerekiyordu, onca şeyden sonra?”
“Hep böyle en çok severken mi biterse aşk oluyor?”
“Tarihte hep böyle olmuş.”
“Peki, yine uykularına mı çökücem? Çok acı çekiyor ama… Bu kez
yapmasak?”
“Birini çok severse bir insan
biraz acı çekmeyi de göze almış olmalı.”
“Karanlıktan çok korkar ama yapmasak?”
“Aşıkken çok hor kullandı mutluluğunu. Sen bu gece uğra ne kadar
gecikirsen o kadar zor olur.”
Ben ölüyorum ama kimse duymuyor. Sabaha kadar amansız çığlıklar
attım kimse kılını kıpırdatıp da kalkmadı noluyor sana diye. Belki de öldüm
ondan kimse gelmiyordur. Evet evet ölüm uykusu dedikleri bu olmalı. Bedenim de
buz gibi zaten. Nefesim de geri kaçıyor sanki. Yok yok saçmalama ölmüş insan
nasıl konuşsun Ayça? Ahhhhh kalk üstümden be ay afaganlar bastı bana! Kimse yok
mu? Beni duyan biri var mı?
Seni duyan yok Ayça. Şu an derin bir uykudasın ve kaçtığın
geçmişin yakana yapıştı, seni kolay kolay bırakacağa da benzemiyor. Aşıktın hem
de çok ve benim etkim altındaydın. Sana “yavaş ol Ayça, ağırdan al” dedik ama
dinlemedin. Baktım ki ben sesimi duyuramıyorum uykularında sana mesajlar
yollamaya çalıştım. Rüyalarında seni uyardım bu aşkın sonunun felaket
olacağını. O kızıl saçlı kadını hatırlıyor musun? Hani yemyeşil gözleri vardı,
hatta o kadar delici bakıyordu ki yeşil bir alev tenini yakmış gibi sıçrayarak
uyanmıştın uykundan. Rüyanda senin yerine tercih edilen kadın olacağını
anlayamazdın. Sadece içine bir doz endişe bırakmak istedim hepsi bu. Sen o kızı
abisinin sevgilisi sanırken aslında o gerçekte sevgilinin koynundaydı. Hani bir
gece çok aramıştın erkenden uyudum demişti sana. Ertesi gün de doğumgünündü ve
sana bir sürpriz bile hazırlamamıştı. Bütün gece uyuyamamıştın ve uykundan
uyanıp uyanıp belki kırk sekizinci kere onu aramıştın. Altmış bir, yetmiş üç
derken sızıp kalmıştın yine. Sabah yeni yalanlarla seni kandırmaya çalışmış ama
becerememişti bu sefer ve sen yeni yaşına ağlaya ağlaya girmiştin. Mutlu
değildin ve bu aşk karabasan gibi nefes aldırmıyordu artık sana. Uyandırmaya
çalıştım, üçten geriye doğru saydım hatta elimi çırpınca uyanacaksın Ayça
dedim, dinlemedin. Sen gördüklerinin bir kabus olduğuna inanmak istedin, işin
kolayına kaçtın. Bu işin kolayı yoktu oysa. Kolay olan terkedip gitmekti sen
kalmayı tercih ettin. Oysa sana çok şans tanıdım bu kez bırak git, siktiri çek
şu adama diye hep izledim seni, önüne çok seçenek koydum, sen hepsini elinin
tersiyle ittin. Sonuç? Sonuç artık uyanmıyorsun Ayça.
“Yapmayalım demiştim sana uyanmıyor baksana!”
“Her ayrılık acısı bir nevi ölümdür bilmez misin? Uyanacak sadece
biraz zamana ihtiyacı var.”
“Ya bu sefer uyanmazsa?”
“İnsan acısından ölmez ki. Yoksa bu kadar acıya hangisinin bedeni
dayanabilirdi ki?”
Doğru diye düşündü karabasan. Geceler boyu üstündeki ağırlık
olmuştu Ayça’nın. Bedeninin her parçasını ele geçirmiş ve parça parça
öldürmüştü bedenini. Yaptığı fiziksel olarak acısını azaltmaktı. Sadece bu, bir
anlığına gözyaşı dökmesin diye. Uykusunda bile durmuyordu ağlıyordu. Sadece
kalp ağrısı değil, gözyaşı ağrısı da çekiyordu. Akan her damla yanaklarını
boydan boya çiziyordu. Yüzü harita gibi inceli kalınlı bir çok çizgiyle
doluydu. İçlerinden akan gözyaşları yüzünü yara yara giderken kağıt kesiği gibi
can yakıyordu. Yanıyordu Ayça. Karabasanın soğuk elleri altında cayır cayır
yanıyordu bedeni. Yine çığlık atacak oldu sesi boğazında düğüm olup kaldı.
Karabasan üzerinde oturduğu kadına baktı. “Beni sen yarattın” diye düşündü.
“Kendi zihninin esiri oldun, benden kurtulmak da senin elinde ama bunu
bilmiyorsun ki…”
İlk aşık olduğu günlerden birindeydi rüyasında Ayça. Elinde koca
bir buket mor krizantemlerle gelmişti tanışmaya Bora. Krizantemler solalı çok
olsa da hala dolabın alt rafında saklı dururdu. Solmuş çiçeğini bile atamayacak
kadar canlıydı içinde hala Bora. Bora elinden tutup götürmüştü onu kendisinin
de bilmediği Beyoğlu sokaklarına. İkisi de evden kaçmış çocuklar gibi şaşkın ve
mutluydu. Özgürdüler, bilinmezlik güzeldi, elleri sıcacık kenetliydi birbirine.
Sanki bir film karesiydi, etraflarında yıldızlar dönüyor olmalıydı, elindeki
mor krizantemlere baktı yemyeşil yaprakları vardı. “Soluncaya kadar” dedi Ayça.
“Onun aşkı soluncaya kadar, benimse…” diyip kafasındaki düşünceleri
savuşturmayı tercih etmişti.
“Aşkım”dedi Bora. O zaman bir rüyada olduğunu anladı Ayça. Çünkü ona
hiçbir zaman aşkım demezdi. Ama o kızıl saçlı ve yeşil alev gözlü kıza demişti.
Hepsini okumuştu satır satır. Tüm yazışmaları, tüm iltifatları. Aslında o zaman
çökmüş olmalıydı o karabasan üstüne okurken bir dakika bile gözünü kırpmamış,
yerinden kıpırdamamış, oturduğu sandalyeye yapışıp kalmıştı.
Gözlerini açtı, nerede olduğunu kestirmeye çalışırcasına etrafına
boş bir şekilde baktı. Başında fısır fısır konuşan sesleri duydu. Biri “benden
bu kadar artık. Biraz daha zorlarsam ölüp gitmesinden korkuyorum.” Diğeri ise,
“O zaten Mart’ın 28’inde öldü. Öleli 3 gün oldu. Terkedildiği gün yaşayan tüm
hücrelerini de terkedip gitti Ayça.” dedi. Karabasan Ayça’nın bedenini esir
etmeye çalışmaktan bitap düşmüşken hipnoz Ayça’nın artık acı hissetmediğine
inanıyordu. Ölüm uykusundaydı. Uyutuluyordu. Bir kaza olmuştu, cam kırıkları
saplanmıştı iç organlarına. Güneşli bir Mart günüydü, Ayça elinde kurabiyelerle
giderken sevgilisinin yanına “Ben artık devam edemiyorum Ayça” demişti Bora.
Bir cam tuz buz olmuş saçılmıştı dört bir yana.
0 yorum:
Yorum Gönder